6 Nisan 2010 Salı

HİKÂYE 2

Üniversite yolundan eve dönüyorum. Hava temiz. Yağmur sonrası. Veya belki bir sonraki yağmurun hemen öncesi. Bu ülkeyle ilgili söylenebilecek en olağan sözlerden biri.

Etraf ağaç dolu. Bu ülkeyle ilgili söylenebilecek en olağan sözlerden ikincisi. Meşe olduğunu zannettiklerimin meşe olmadığını öğrendim, çam zannettiklerim de çam değilmiş. Yolun üzerindeki ağaçlardan birine gözüm takılıyor ve kendimi onun çınar olup olmadığını düşünürken buluyorum.

Ağacın dibindeki kutu uzun süre dikkatimi çekmiyor.

Gördüğümde zihnim bu bilgiyi algılamakta zorluk yaşıyor. Önce çöp olabileceğini düşünüyorum ama beynim bu ihtimali hemen geçiyor. Burası Zelanda. Evsizlerin bile çöplerini ayıklayarak attığı ve topladığı ülke. Yol kenarına bırakılmış bir kutu çöp olamaz.

Yol kenarına bırakılmış bir kutu olsa olsa yol kenarına bırakılmış bir kutu olabilir.

Kutunun yanına gidiyorum. Maun olabilir. (Ya da belki çam, çınar, meşe.) Üstünde çizikler var. Kapağı sağlam. Kilidi kırık değil ama açık. Kapağın tam olarak yerine oturmamasından anlaşılıyor.

Türkiye’de olsam bomba olması ihtimaliyle polisi aramak aklımdan geçerdi.

Zelanda’da uçağa binerken pasaportunuzu veya kimliğinizi bile sormuyorlar.

Bomba olabileceği ancak bu yazıyı yazmaya başladığımda aklıma geliyor. Auckland’da olmaya fazlasıyla alışmış olmalıyım.

Enfes bir kutu. Birinin ondan vaz geçmiş olması şaşırtıcı. Birinin kutuyu ağacın dibinde unuttuğu teorisini inanılabilir bulmuyorum. Onu alabilir miyim?

Onu açabilir miyim?

Yağmur yeni kesildiği için sokak boş. Ama saat yediden sonra üniversite yolu zaten tenha olan yollardan. Kötü bir hafta geçirdim. Kötü bir üç hafta geçirdim. Yanlış karar üstüne yanlış karar. O yüzden kutuyla ilgili kararı tek başıma vermek istemiyorum.

Sokağın boş olması işimi kolaylaştırmıyor çünkü her hangi birine sorabilirdim.

Kutularla ilgili otorite olan bir tanıdığım yok. Her hangi biri işimi görürdü.

Aç ya da açma demeye gönüllü her hangi biri işimi görürdü.

Ya da belki yazı tura atardık.

Benimkisi ahlaki bir tereddüt değil. Yoğurdu üfleyerek yemenin birkaç tahtası eksik geri kalan tahtaları sallanan bir beyin tarafından yorumlanıp içselleştirilmiş hali.

Cep telefonumu çıkarıyorum. Şarjı bitmek üzere. Kimi arayacağımı düşünürken dikkatim dağılıyor. Bugün Massive Attack konserine gidecektim.

Şu anda Massive Attack konserinde leyla oluyor olmam gerekirdi.

Bunun yerine ağacın dibindeki maun kutuyu anlamlandırmaya çalışıyorum. (Kimse itiraz edecek konumda olmadığına göre edebi estetik ve kulak dolgunluğu adına kutuyu maun olarak vaftiz ediyorum.)

Yoldan geçen arabalardan birindeki adam yasadışı bir şey yapıyormuşum gibi bana bakıyor.

Ona fikrini sorma ihtimalini hemen zihnimden siliyorum. (İhtimal hesabı yapacak olsak benim vereceğimden daha doğru bir karar vereceğinin ortaya çıkacağını bilsem de onu gözüm tutmadı. Zaten beni gözü tutmayanları gözüm tutmaz.)

Kiwiler anlayışlı insanlar ve nezaket geleneğine sahipler ama kime kutu danışırsın derseniz İsveçliler veya Güney Amerikalılar daha kutudan anlar insanlarmış gibi geliyor bana.

Aklıma ev arkadaşıma yeşil çay alacağıma dair söz verdiğim geliyor. Hayati önem taşıyan bir söz değil ama çaysız dönünce güvenilirliğim ciddi ölçüde sarsılacak. Çinli bir kız. Kutu meselesini anlayacağını sanmıyorum.

Kore marketi yolun hemen aşağısında. Yol bomboş. Kutunun döndüğümde de orada olacağına eminim. Ama saat sekizi bulursa Auckland’daki her yer gibi marketin de kapanması ihtimali var. Uzak doğuluların yerleri diğerlerinden daha uzun süre açık kalıyor ama beyaz adamın 5’te paydos ettiği bir ülkede “daha uzun” fazla bir anlam taşımıyor.

Maun kutudan ve meşe olmayan ağaçtan birkaç metre uzaklaştığımda şehir merkezine doğru yürüyen şemsiyeli bir kız görüyorum. Bir saniyeliğine göz göze geliyoruz. Kutumu alır mı?

Ona kutunun benim olduğunu, ona dokunmamasını söylemek istiyorum.

Kutunun benim olamaması birşeyi değiştirmiyor. Onu çabucak sahiplendim. Mal bulanındır. Onu bırakırsam ve başkası bulursa, o zaman onun mu olur? Hayır, kimseye bırakmaya niyetim yok ama zihnimde hala mantıklı olan bir köşe bana kıza kutuyla olan ilişkim konusunda detaylı bir açıklama geçmemin akıl karı olmadığını söylüyor. Zaten artık çok geç. Onunla konuşmak için geri dönmem gerek –ki dönemem. O zaman gerçekten deli olduğumu düşünür.

Elinde şemsiye varken kutuyu taşımasının zor olacağını söyleyerek kendimi ikna edip Kore marketine gidiyorum. Yolda bir iki kişiyle daha karşılaşıyorum ama onlar bende kızın yarattığı tedirginliği yaratmıyor.


Döndüğümde kutu yerinde yok.

Birkaç hafta sonra aynı kızı sahilde görüyorum. Yanında sevgilisi var. Ya da sevgilisini aldattığı erkek –ama çok ortalıktalar. İnsan sevgilisini aldatacak olsa bu kadar orta yerde yapmaz. (Yine, burası Zelanda. Aldatma mevhumunun suyunu çıkarmış bir ülke.)

Bir an için beni gördüğünde eminim. Kafasını çeviriyor, denizle ilgileniyormuş gibi yapıyor. Bu kaçınma jesti; inkâr hoşuma giden bir iletişim içeriyor.

Birbirine tamamen yabancı iki insanın paylaştığı garip bir samimiyet anı.

Kendi yönlerimize yürüyüp gidiyoruz.

Hiç yorum yok: