14 Ocak 2008 Pazartesi

Otopsi 2




Otopsi 2

l.

Sarhoş limanlarda yapılmış kötü bir dövme gibi omuz başına yapıştırdığın ad ateşle arındırılmış keskin bir bıçak gibi geçmişini kesiyor çizik çizik. Evcilleştirilmiş sözcüklerle kendine bir dünya kurmanı öğütlüyorlar sana, bu yüzden, sana ait olmayan vahşi bir soyluluk dünyasının kapısını aralamak adına sözcük aşırmaya yeltenişin.

Veya anaerkil bir manifestonun ardından şaraplı horoz yemeği öğrenmek. Öykünün en can alıcı cümlesi.

ll.

Demokratlaşma boğa güreşçisinin attan yere indirilmesi ve yayalaştırılması ile (mi başlar yoksa onun bir soncu mudur?) başlar der kitaplıkları ezbere bilenler. Gezgin ruhlarının saptamalarını anka kuşunun kanadından koparılmış tüylerle yazarak ölümü kişiselleştirir, can sıkıntısının tarihçesini yazmaya kalkarlar.

lll.

Bataklıklardaki sazlığın orta yerinde yaşanan yanılsamaların bir yüzü vardır elbette.

Okyanus aşmış tuzakçıların yoksunluklarını üstü örtülü bir biçimde efendilerine kurban eden yaltakçı bozkır kraliçesi af diledi; “deneme, deneme… bir iki üç, bir iki üç” diye saydırarak yeni ürünlerini tanıttı halkına.

Usta vaizlerin boş egolarından yırtılmış konfetilerin düetlerini saklayan bu sazlıkta, uysal olan hiçbir şey yok. Beni gökyüzünde bırak git demiştin. Uyarılmış gözbebeklerinden çıkıp gelen yanlış basılmış notalar ve sözcüklerle verdiğin vaazlar ölümler getirmişti kapımıza. Eylül gelince aniden yalnızlığımız da geldi peşi sıra, acının ağır yüzü dikenlerden yapılmış çelenkleriyle uykularımızı böldü.

Evet, sırf bizim için yaptı bunu neşter.

lV.

Asılmış adamlar meydanını geçince efendisini bir gün burada asmayı hayal eden gökyüzü avcısı kılıçtan bir soğuğun kuşun bedenini nasıl yaraladığını bilmez. İşte o anda ortaya çıkan ve inlemeleri tarih olmuş haşin suratlı bir misyoner dana eylül gelmeden başakları mermerleşmiş ekinlerin ağlamaklı sesini trompetçinin nota sehpasına koyar.

Bunalımların, ortaçağdan gelen kabuslar gibi büyüdüğünü bilseydi onlara düşlük etmezdi elbette. Devrimlere alt yazı geçelim ki simyacılarımız tereddütte kalmasınlar.

Z. Heyzen Ateş

Otopsi 4



Otopsi 4

l.

Yapay kaldırım taşları ile döşenmiş daracık sokaklarıyla solak bir şiirin gülü olmuş kutsal şehirlerin öldüğü topraklardan geldin sen. Anlaşmazlığın delilik ve sakatlıktan; perdelerin has ipekten yapılma. Satıcılar kurtarıcıların. Yapayalnızlığının matemi kendini doğuruyor çürüyen yaralarının üzerinde. Götür toprağa ver kendini, göm ki zehir dağılmasın.

Ve artık bu sır benim.

ll.

Kurtarıcılarının kanını taşa kazınmış padişah çağlarına sürüp fener alayındaki hokkabazlar gibi ürperişlerini ve hastalıklı tedirginliklerini renk sarmalında yok etmeye kalkıyorlar.

Zavallı genç kız. Mayalanmış kabuslar. Mayalanmış esaret.

Firariler ikiyüzlüdür hep.

lll.

Aktör acımasızlığıyla dünyayı yıkarken dekorun kibar bir kumpasından yaratılmış yanılsamalar çevreni sarar. Sarı hıçkırıklar tutar istemesen de.

Panik kılığına girmiş yürek satıcısı eskitirken gökyüzünün kendine ait olmayan bir parçasını, karanlığa gülümser hırslı bir ışık.

Çok geç kaldın. Çok geç kaldın. Çoktan karnavala gittiler.

Umursamazlık gökyüzünün işi değildir. Aşklar gökyüzünün işi değildir. Cassius da haksızdır, Sezar da.

lV.

Sayrılarına günaydın dersen bil ki bir dörtnala at koşturman gerekecek dünyanın peşinden. Sapkınlığın soykütüğü acımasız bir batılılık taşır bu topraklarda. Örtünen sözcüklerin yırtıcı taşkınlıkları köleliğin aptal açıklamalarına taş atarak yangının kurallarını geçersiz kılar en ümit verici durumda bile. Yalanı görmenin zorluğu kaosun kan tutmasıdır ki hep cinayet yerine döndürür eski tutkuları.

Taklidi zordur yalnızlığın.


Z. Heyzen Ateş

Otopsi 1





Otopsi 1

l. Devrimin otopsisi

Siperler süngülerin sarayları olduğunda kan tutar aşıkların eşitsiz sevme yasalarını ve can çekişen mutluluğun çevresinde tüten battal boy hayranlıklarını. Işığın aşındırdığı kaya parçalarının zamana takılıp kalmış gürültülerini korumayı çetin bir aşkın bölünmez bütünlüğünü korumak sanan dalkavukların ısrarcı ötelemeleri bir öğle vakti kırılıverir ortasından.

Çağlar çağlar ötesinden seyredilen bir pencere.

Hiçbir şey vazgeçilmiş şarkıların tutkusunu geri getiremeyecektir elbette. Düğüm üstüne düğüm. Kimse ışıltısız kar tanelerine sevdalanmasın artık.

Mucize büyücüler teker teker çekilecekler tarih sahnesinden.

ll. İnancın otopsisi

Ey tanrım, korkularımız sana kul olmanın en usta bileşenidir; cehaletimiz korku üzerine öğle sıcaklarını cehenneme çevirerek secde ettirir toprağa bizi, en çorak toprağa hem de. Kaldı ki işte tersine bir zamana yolculuk etmiş gibi görünen ve denizlerin yırtıcı martılarına kendini adamış tek gözlü korsan aşkların alaturka isyancılarıyız biz. Titrek bir gürültü etrafını kuşatınca edilgen yüreklerimizin, dağılıp toz bulutu oluruz bir gecede.

Bakışlar acıdan ayırıyor hüzünleri.

lll. Çok okunan yazı/metinlerin otopsisi

Ayrıksı otlar gibi sağanaklar sağanaklar... Ağzımdaki o yangın kokusunun görmeyi ertelediğim sonsuz barikatları... Uykusu gelen gökyüzü karartır ölümün yüreğini. Öykünün betimlediği serkeş ruhların tahıl ambarından toparlanmış kötülük ve atadan arta kalma yoksulluk içermediğinin kanıtlarını bulmak iş değildir.

Her öykü içindeki en zayıf sözcük kadar güçlüdür.

lV. Benim otopsim

Yırtık pırtık egoların kurdukları düşlerin renksizliğiyle ve cebinde taşıdığı cesetlerin ölçüsüzce büyüttüğü temel acılar toplamından büyük öcülerin yarattığı korkularla beslenen görkemli cenaze törenleri hazırladık. Kendi cenazemizin. Geçmişte her yerde olan ölüm artık sadece kül olup giden çağın peşine takılmış anlamsız bir kortejdir. Bir yanında türban az ötesinde apolet sarmalı içinde zavallı bencil bir yok oluştur. Sadece daima ve sadece köleliğimizi terk etmenin olağanüstü zorluğudur.

Bilmenin gündemi gerçeğe yer açmaktır. Yaşamda ya da ölümde.

Z. Heyzen Ateş

12 Ocak 2008 Cumartesi

Arjantin

Arjantin

1 Dik açı 90 derecede kaynar

Henüz ev aramaya başlamadım. Yanımda olmalarından rahatsız olmadıklarımla mı yoksa yanlarında olmamdan rahatsız olmayanlarla mı ev tutmalıyım emin değilim. Ve Madame Maria’nın evi kişinin kolay kolay terk etmek istemeyeceği bir ülke gibi. Eskiden İspanya’da yaşıyormuş, emekli olunca ailesinden ona kalan bu eve yerleşmiş. Klasik mimari taklidi bir yapı olan ev çok büyük olduğundan birkaç yıl önce üniversitedeki Arjantin dışından gelen doktora öğrencilerine odaları kiralamaya başlamış. Zaten önceden o soğuk ve keskin bakışlarının karşısında durabileceğinizi ispatlamadan bu eve yerleşebilmenizin imkanı yok. Diğer çocukların izniyle de ara dönemlerde ya da herhangi biri bir süre için başka bir şehre gittiğinde odayı benim gibi –içerden biri tarafından önerilen ve kendisinin iyice sorgudan geçirdiği – kısa süre kalacak insanlara kiralamaya başlamış. Kira diyorsam ciddiye alınacak bir rakam olmadığını belirtmeliyim. Ama bir avuç garip insanla aynı evde yaşamanın bedeli bu sanırım.

Kıştan yaza geçmek, türkçeden ispanyolcaya geçmek –evde İngilizce yasak, ancak dışarı çıktığımızda konuşabiliyoruz- gerçek dünyadan hayal dünyasına dalmak. Bu dünyayı ben kurguladım ve/veya benim için kurgulandı. Şimdi gerçek.

Bu koşullar altında ilk kez şimdiye kadar rastlamadığım ölçüde rahatsız edici ırkçılık olaylarıyla karşılaştığımı söylersem son birkaç yılda avrupanın ne kadar değiştiğini gözlemlemiş olanlara garip gelmeyecektir. Nüfusu uluslararası bir güruhtan oluşan bir ev içerisinde Arjantinlilerle ne kadar anlaşıyorsam – ki sayıları çok az- Avrupalılarla da o kadar sorun yaşıyorum. Sorun yaşıyorum çünkü kapalı cümleler, imalar ve portakal suyuyla ilgili bir sorunun bile avrupanın politik açmazlarını tartışmaya başladığımız uzun ve sıkıcı diyaloglara dönüşmesi gibi saçmalıklarla uğraşmak zorundayım. Çok bencilce yazıyorum: Bu sorun hep vardı ama kendimi “türk” kimliğinin dışına taşıyıp (Müslüman kimliğinden kurtulmak daha kolay benim durumumda bu nedenle bahsetme gereği duymuyorum) “heyzen” kişiliğinin insanların aklında yer etmesini sağlamam zor olmazdı. Şimdi oluyor. Sıfat, tamladığı öznenin önüne geçiyor. Bundan hiçbir zaman hoşlanmamışımdır- iyi ya da kötü- ama bu sefer rahatsız oluyorum. Bununla Arjantin’de karşılaşmaktan rahatsız oluyorum.

Amerikalılar bu konuda farklılar. Onların ırkçılığı avrupanınkine kıyasla çok daha tehlikesiz. (Bunu söylerlerdi ama ben yeni anladım). Açık ve en kaba haliyle kendini gösteren gerizekalılığı orada olduğunu bildiğim ama göya zekice cümlelerle, laf sokmalarla veya ufak hareketlerle kendini gösteren gerizekalılığa tercih ederim. Şimdi böyle yazınca büyük laflar gibi görünüyor ya da büyük hareketler, tavırlar gibi .. Değil. Sadece satır araları. Ama can yakıyor.

Bencilce konuşmaya devam edeceğim. Çünkü bu düşüncelerin, benim düşüncelerimin –ve düşünme biçimimin yargılaması en yalın haliyle başkaları tarafından yapılmalı- Önce böyle değildi. Önce de vardı ama benim gibilere sıçramazdı. Sırt çantanız, yollarda sürtmekten parçalanmış postallarınız veya Burroughs sevginiz, Baudrillard’ı onlardan daha iyi bilmeniz herhangi bir tavır entelektüel platforma ya da bireysel maceralarınıza çekildiğinde sizi korurdu. Size dokunulmazlık kazandırırdı. Artık kazandırmıyor. Eskiden onların entelektüelleri entelektüeldi; artık korkuyorlar. Sizin var olma haliniz eskiden onların kafasında “acaba” uyandırmaya yeterken artık tehlikeli geliyor. Ben “kabul edilebilirim.”. Eskiden bu kabul edilmeyi getirirdi beraberinde şimdi bir numaralı tehdit unsuru yapıyor. X-Files’ın bir cümlesi vardır: “Dikkat aramızdalar”, diye. Misal bu misal. Dünya dünyalıların, uzaylıları istemiyoruz.

Arjantin’le ilgili bu yazının Avrupalılar üzerine olması garip gelebilir. Gelmemeli. Nothomb’un bir kitabında kadın karnındaki bebeği hıçkırık tuttuğu için kocasını vurur. Polislere de “ona Sophie ya da Paul gibi sıradan bir isim verecekti (isimleri attım şimdi, hatırlamıyorum orijinalleri neydi) Onu sıradan bir hayata mahkum edecekti bu isimlerle. “ minvalinden bir açıklama yapar. Heyzen değil ama Zeynep adı bu etkiyi yaratıyor insanlarda. Diğer Müslüman adları gibi.

Fransa’da Müslümanlar iş bulabilmek için başka adlar alıyorlar kendilerine, Fransız adlar. Ben de oturup bu yazıyı yazıyorum. Ne olacak, benim dünyam zaten kendi seçtiğim insanlarla tamamen sınırlanmış olduğundan buradan taşınarak bu sorunu çözmüş olacağım ve önümüzdeki iki üç yıl, Arjantin’de kaldığım süre içerisinde de şansım yaver giderse fazla bir Avrupalıyla muhatap olmak zorunda kalmayacağımdan benim için konu kapanmış olacak. Zaten bir şeylerin savaşını vermek gibi ihtiyaçları olmayan bir kuşağın makul ama mantıksız üyelerinden olduğumdan yarın öbür gün ciddi bir sosyal uyanış geçirmem dışında herhangi bir risk de görmüyorum tüm bunların başımı ağrıtması için.

“Mono” denilen bir Macar var evde. Evin gayrı resmi habercisi. Sürekli odasında olduğundan ona not bırakabiliyorsunuz, o da herkese iletiyor. Bu sabah türk olduğunu söylemen gerekmezdi dedi. Haklı. Söylemediğim takdirde herhangi birinin tahin edebileceğini zannetmiyorum. Neden söyledim, bunu da kavrayabilmiş değilim. Özellikle saklama alışkanlığım olan bir bilgi değildir, arada dalga geçmek için Burma’lıyım, Siera Leone’liyim falan desem de. (Bu da ilginç mesela, siyah olsam bu ülkelerin vatandaşı olmak aşağılanmama yol açardı ancak beyaz olduğum için bir anda “kendilerinden” geliyorum insanlara. Arada da birkaç zibidi çıkıp ırkçılıkla ilgili derin konuşmalar yapıyor benimle. Hayatımın ufak eğlenceleri.)

Garip biri oldum. Arjantin’e gidip balık tutacağım demiştim gelirken. Pazar günleri balığa gidiyoruz genelde. Tutamıyorum, balık tutma konusunda hiçbir becerim yok. Ama iyiyim. ABD’li suçluluların ya da Grisham karakterlerinin niye sürekli Arjantin’e kaçtıklarını gayet iyi anlıyorum..

Z. Heyzen Ateş

Son Çıkış Hakkı

İyi kitap arşivlerinden birine sahip olmakla gurur duyarım. 3 dilde arşiv tutarım -şimdi lehçe de eklenince dört oldu gerçi-. Kitaplarım konularına göre düzenlenmiştir, en sevdiğim başlıklardan biri de kendini öldürme hakkı ya da "final exit"'tir. Dünyada yüze yakın kitap var bu alanda basılmış. Ben yaklaşık 8 yıldır bu konuyla ilgileniyorum ama kitapların sadece 27 tanesine sahibim.bunların dışında makale ve araştırma dosyalarım da var.. Yayıncı bir arkadaşıma bu kitapların neden türkçeye çevrilmediğini sorduğumda (çoğu dünya listelerinde uzun süre 1 numarada kalan kitaplar bunlar) "biz basarız ama toplatırlar" demişti. Her halde haklıdır.

İntihar etmeyi hiç düşünüp düşünmediğim sorulacak olursa çok ciddi bir yanıt veremem. Açıkçası hiç "o anda intihar etmeyi" düşünmedim ya da "hayatın ızdırabından" ölerek kurtulmak gibi bir hevesim olmadı. Benim eğilimim daha çok birgün kendimi öldürmeye karar verirsem -ya da bu gerekirse- gerekli yöntemlere vakıf olmak üzerineydi. Hala da öyle. (Dramaturg işte , başka ne beklenir ki.. )Yaşamayı çok matah bulduğumdan değil, tembel olduğumdan. Kendimi öldürmek zorunda kalmadığım sürece ya da duygusal sürüklenmeler nedeniyle böyle bir işe girişmeyecek kadar tembelim, tembeldim ve tembel olacağım. Buna karşın sokakta intihar klüpleri falan olsa keşke diye düşünmüyor da değilim.

Kevorkian, Amenabar vb.. sayesinde/yüzünden dönem dönem medyaya düşer bu konu. Bizim medyaya değil elbette. Ama eğlencelidir bu tartışmaları takip etmek. Her gün yeni yöntemler keşfedilmesi de bence başlı başına hayranlık duyulacak bir konu. Ötenaziyi tartışmıyorum bile, bence ötenaziye karşı olmak sadece ve sadece geri zekalılık göstergesi olabilir ama genel olarak son çıkış hakkı denilen hakkın insan hakları kapsamında yer alması gerektiğini ve mahkemelerin artık insanları rahat bırakmaları gerektiğini düşünüyorum.

Ölmek hakkı insanın seçme hakkına girer mi.. Yasal olarak çoğu ülkede girmiyor. Fransız parlementosu bu konuda adım attıysa da sınırlar ne yazık ki bir türlü çizilemiyor. Bilmeyenler için özetle nedir son çıkış hakkı: Ölümcül bir hastalığın son aşamasındaki ya da son aşamasına gelmeden hastanın tedaviyi reddeip -ya da tedavi yanıt vermemeye başlayınca- fiziksel acı başlamadan; akli ve fiziksel aktiviteler yok olmadan ölmeyi seçebilmesi. Assisted suicide da deniyor. Bir doktor gözetiminde gerçekleşen hareket filme alınıyor ve enjenksiyon düğmesine hastanın kendisinin basması gerekiyor.

Kürtajla benzer tartışmalar yaşanıyor bu konuda; en büyük karşı grubu da dinibütünler oluşturuyor. Birey'in hak ve özgürlükleri tartışmasında yine belirsiz sınırların yarattığı paradokslar.. Örneğin bu ülkede neden insanın cesedinin yakılma hakkı yoktur hala anlayabilmiş değilim..

Ve diğerleri...

Bunun dışında kaza sonucu bu eylemi yapamayacak hale gelecek olursanız fişinizin çekilmesiyle ilgilenecek kuruluşlar var. -Arkadaşlarınıza güvenmeyin ya da onların başını belaya sokmayın derim ben- Bazıları dünya genelinde hizmet veren bu kuruluşlara yıllık çok düşük bir meblağ karşılığında üye olabiliyorsunuz (kaza sonrası müdahale etmeleri için; hepsini bilemem ama ERGO ve Final Exit'in işlemi gerçekleştirdiğini biliyorum).

20'den fazla ülkenin bu alanda hizmet veren kuruluşları var. (liste için www.worldrtd.net).

İntihar etmek koay bir eylem gibi görünebilir. Değil. Bahsettiğimiz işin düşünce kısmıyla hiçbir ilgisi yok, orası beni ilgilendirmiyor. Ben işin "nasıl"'ıyla ilgileniyorum. Örneğin aşırı dozda ilaç almak işe yaramıyor çünkü ilaçlar kusturuyor. Bilek kesmek çok uzun ve acılı üstelik yatay değil dikey kesmek gerektiğini bilmediklerinden insanlar (ya da suda olması gerektiğini bilmediklerinden pıhtılaşma oluyor ) sağ kalıyorlar; boşuna acı çekmiş oluyorlar. Uzun araştırma listelerim ve röportajlarım var bu konuda. (Çeşitli akıl hastanelerine yolum zaman zaman düştüğünden bahçede dolaşırken vakit öldürme yolları). Hemen her yöntemin bir doktor (veya bilen kişi) gözetiminde olmadığında açmazları var. Bir keresinde silah bulamadığı için kurusıkıyla beynine ateş eden biri üzerine bir makale okumuştum. Aptal yöntemlerden bir daha.

Bugün çoğunlukla heterojen yöntemlerin işe yaradıları savunuluyor. Ynai 1'den fazla yöntemin aynı anda denemesi. Bu yöntemlerden bir mutlaka damardan barbütrat almak. İkncil olarak ise boğulmaya sebebiyet verecek yöntemler seçiliyor. Kafay plastik torba geçirme fikrinin en büyük dezavantajı barbütratlar tam etki etmeden yaparsanız panik nedeniyle torbadan kurtulabilecek olmanız. İnce bir zamanlama işi kısaca. Zaten bu nedenle bu yöntemler "assisted" gerçekleştiriliyor.

Bu organizasyonlar aile karşıysa ya da akli yeterlilik yoksa hareketi gerçekleştirmiyorlar. Yani çok geç karar verildiğinde kişi şansını kaybetmiş oluyor. Birilerinin İstanbul'un sembolü yok diyerek Mevlana heykeli dikme hakkı varsa benim de kendimi öldürme hakkım olmalı diyor bu konuyu da böylece kapatıyorum.

Z. Heyzen Ateş

WEBART

WEBART

Webart kelimesine baktığınızda bir çoğunuzun web ve art kelimlerini bir çırpıda seçebildiğine eminim. Anlayabileceğiniz üzere "webart" internette yer alan sanat çalışmalarını kapsayan bir alt başlık; son on yılda kendini ortaya koymuş yeni bir üretim biçimi.

Picasso'nun Guernica'sını internete koyduğunuzda webart oluyor mu peki'? Elbette hayır. Şunu anlamak gerekiyor, bir işin-sanat eserinin yer aldığı platform değil, içinde ve içine üretildiği platfor o sanat eserinin sıfatlarını belirler. Bu belirlemede en önemli etkenlerden biri de kullanılan malzemedir. Webart'ta kullanılan malzemenin temelini rakamlar, 1 ve 0'lardan oluşan bilgisayar kodları oluşturur.

Eser, internet ortamı üzerinde ve internet ortamı için hazırlanmış olmalıdır. Bu tip işleri bazen galerilerde ya da sergilerde açık bilgisayar vasıtasıyla izleyicilere sunulmuş olarak bulabilirsiniz. Açık bir bilghisayar vasıtasıyla diyorum çünkü webart işleri devingendirler. İnternet oratmının interaktif projeler üretmeye ne kadar elverişli olduğunu keşfeden genç sanatçılar tarafından üretilmektedirler.

Bu da bu sanat alt başlığının ikinci ve onları diğer sanat eserlerinden bir gömlek üstün kılan özelliğini ortaya koyar: İzleyicinin söz hakkı vardır. İşler, izleyicinin söz hakkı düşünülerek tasarlanmıştır. Onun seçimlerine göre değişirler. Gerçek hayattta yer alan sanat eserlerinin bu etkiyi yaratmaları zordur -her ne kadar özellikle Hollanda'da bazı galeriler izleyicinin yürüe yolunu kontrol etmesini/seçmesini sağlayarak resimler ve fotoğraflarla farklı öyküler elde etme gibi yollara baş vuruyorlarsa da bunun etkisi aynı değildir.

Çeşitli fotoğrafların, kısa metraj film karelerinin, dijital tasarımların, 0 ve 1'lerden oluşan programlara yerleştirilerek hazırlandığı bu işler çok uluslu ve birçok türde eserler hazırlayan insanların bir prgramcı eşliğinde bir araya gelesiyle hazırlanıyor.

İnternette bu tür işlerin yer aldığı en önemli platformlardan biri http://adaweb.walkerart.org . Ne yazık ki türk sanatçılardan çok azı bu tip işler ürettiklerinden ve üretenler de ingilizce üretmeyi tercih ettiklerinden içinde tekstlerin yer aldığı ürünlerin genel dili ingilizce. Ancak özellikle Group Z (Zuper) olarak kendini adladıran ve üyeleri projelere göre değişen ama çoğunluğu Belçika kökenli grubun işleri benim favorilerim.

Bu işlerin çoğunun altında ciddi felsefi metinler ve sosyal gözlemler var. "İ confess" (itiraf ediyorum) işinn parmaklıların kapanmasıyla başlaması, Love (aşk) isimli işin bir bulmacaya benzemesi hep bilinçli yapılmış tercihler örneğin. İzleyiciyi de bulmacayı çözmeye ve düşünmeye zorunlu kılan eğlenceli ve hatta sürükleyici projeler bunlar.

Webart'ın bir diğer özelliği de sanatçıya geniş bir özgürlük sunması. Çünkü çoğunlukla çok az bir maliyet gerektiren bu tip projeler yapmak için yetenek yeterli. Normalde ürettiklerinizi sunmak için ihtiyaç duyduğunuz galeri vb gibi ekonomik yükümlülüğü olan mekanların yerini internet aldığından kendisinden başka kimseye karşı bir sorumluluğu olmuyor sanatçının.

Ayrıca projeler internet ortamında olduğu için dünyanın dört bir yanından ilgilenenlerin ulaşımına da açık oluyor. Kelimenin tam anlamıyla "dünyaya açılmış" oluyorsunuz. Ve bu tür projelerle ilgilenenlerin sayısı da gün geçtikçe arttığından (kimi için sadece bilgisayar başında oturmaktan sıkılmaktan kaynaklansa da bu merak) az biraz bilinen bir internet sitesi her gün ortalama bir müzenin bir kaç katı insan tarafından ziyaret ediliyor.

Dileğimiz elbet bir gün türk sanatçların da işlerinin bu tip platformlarda dünyaya sunulması, bu şekilde üretilmesi. Ama belki de sanatın klasik anlamıyla bile yerine tam oturmadığı bir hedef kitlesini de sanatçısını da oluşturamadığı bir zamanda bu çok fazla şey beklemek oluyor...

Z. Heyzen

Sierra Leone Notları -herkesin derisinin rengi ne olursa olsun zenci olduğu ülke

1. Havaalanında para isteyen çok olur. Verecekseniz illa, çantanızı taşıyana vereceksiniz. Gümrükte bir eşyanız takılırsa hiç çekinmeden gümrük memurunun eline birkaç kuruş sıkıştırın. -Asla çok büyük para değil, 5-10 dolar arası kafidir- . Ne diyeceğinizi bilirseniz onu bile vermenize gerek yok ama söylemem ne deneceğini.

2. Havaalanından şehir merkezine helikopter ya da hovercraft ile gidiliyor. Helikopter fiyatı 37 dolar. 20dk. sürüyor.

3. Şehir merkezi Cotton Tree. Yol tarifi sorduğunuz kişi sizden tarif için para isteyebilir, şaşırmayın ve hatta doğru tarif almak istiyorsanız verin. Yaygın olarak ingilizce ve kreo konuşuluyor.

4.Cotton Tree aynı zamanda ülkenin sembolü olan ağacın adı. Çevresini el ele tutuşmuş 30 kişi falan anca sarabiliyor.

5. Ulaşım için bir taksiciyle günlük anlaşmak en akıl karı olan. Dolmuş ve otobüs var ama kullanışlı değilller. Taksi çok ucuz. Aslında herşey çok ucuz.

6.Tukkah beach, river number two beach tavsiye gezilebilecek mekanlar. Ben oradayken elmas madenlerini göreceğiz diye gidip vurulan turistler olmuştu. Hani ben söylemiş olayım da. Banana İsland'a gidilmeli ve yolda tekneciden alet edevat kiralayıp balık tutulmalı. Bu da herşey gibi pazarlığa tabi ama 8 dolar civarı birşey tutuyor.

7. Fahişelik her yerde ve her şekilde. Beyazsanız herkes sizinle güle oynaya yatar ve sonrasında da parasını ister. Ortalama fiyatın 70 dolar olduğunu söylediler. (Bu sefer röportaj kapamadığım için tam rakamları bilmiyorum, kadınlarla muhatap olmuyorlar; röportaj için de para vermeyi sevmiyorum çünkü o zaman ne istediğinizi düşünürlerse onu söylüyorlar.) Bir yerde "bu kız benden hoşlandı" falan gibi hayallere kapılmayın. Yok öyle birşey. Bu iş her koşulda parayla çünkü kadınların başka doğru düzgün gelir kaynağı yok. Ama okuma yazma bilmeyenler bile nasıl korunmaları gerektiğini biliyorlar. "Yaşasın emperyalizm"'in buradaki adı parasını verirsen herşey senin.

8. Hemen her barın bahçesinde uyuşturucu satılıyor. Yani çocuğunuzu tek başına Sierra Leone'ye yollamayın -niye yollayacaksanız?!..

9. Gece hayatı 12'de başlıyor. 12'den önce doğru düzgün yer yok. Sabaha kadar sürüyor. Televizyonlarında 10 kanal olmadığı için gece çıkıp içmekten başka aktivite de var diyemem. Her vakit taksi bulunuyor. Gece tarifesi gündüz tarifesi yok, herşey pazarlığa tabi. En pahalı hali bile çok ucuz.

10. Irk ayrımcılığı falan yok. Herkes zenci. Beyazsa da zenci.

Dip not: Geçenlerde biri bana nasıl olup da parasızlıktan yakınıp bu kadar gezdiğimi sordu. Bununla ilgili mailler aracılığıyla soru soranlar da oluyor. Yanıt basit: Kazandığım parayla Türkiye'de yaşamam mümkün değil. Gittiğim ülkelerin hepsi Türkiye'ye kıyasla hayatın çok ucuz olduğu ülkeler. Uzun süreli gittiğimde yeni bir proje gelene kadar elimdeki parayla daha rahat idare ediyorum. Olay budur.

Z. Heyzen Ateş

Prozac Nation I

Annem, ben daha 17’ime gelmemişken “kader utansın” lafını öğrenmiş, yeni sığınma alanı olarak belirlemişti. Başka da fazla seçeneği yoktu kadıncağızın. Bir yandan denge yoksunu bizler diğer taraftan sevgisinin bu dengesizlikleri kaldırmaya yetip yetmeyeceğinin kararsızlığı arasında sıkışıp kalmıştı.

Henüz 2000’leri görmemişken, yani çabuk unutulmuş ekonomik krizlerin hemen öncesinde bile artık o kadar da iyi değildi ekonomik durumumuz. Belki iyi niyetli davranıyorum “o kadar da” derken, ne de olsa düşüşümüz oldukça yüksekten olmuştu bizim; borç harç kadıncağız o kadar sert olmamasını sağladıysa da.

Hiç toparlanmadık. En azından ben hiç toparlanmadım. Bir miktar Prozac Nation çalıntısı bir hayat tasviri yapardım buraya ama çok da önemli değil. Krizlerim hiç bitmedi, her olay dev bir büyüklükte göründü bana. Hiç bitmeyen geçmiş bilançoları, bir hata olduğunu bilmek, hatanın nerede olduğunu bulamamak çünkü kendine konduramamak. Ama o kadar toparlanamadım ki en sonunda elimde sadece deliliğimi belgeleyen raporlar, hafıza boşlukları ve sürekli ağlayan bir anne kaldı. Bunlara o kadar sıkı sarılmıştım ki – gereksiz bir affedilme ihtiyacı, bunu gereksiz bulduğu için kendine sinirlenen alternatif bir kişilik. –bırakmadım. Her değişikliğin çöküşe bir adım daha yaklaştırdığı birinin daha kötüsü olamaz derken bile her türlü değişiklikten kaçınması.

Çıkmak istemiyorsunuz, buldukları her şeyi buldukları yerde bitiren metamorf karıncalara karışmak istemiyorsunuz. Ayırt etme yetisi, karanlık tarafa ve dipsiz bir çöküntüye dair de olsa depresyonla beraber geliyor.

Bu baskın olan taraf. Ayın karanlık yüzü. Önce kısa sürelerle. Geri kalan dönem bu dibe vuruştan beslenen çok hızlı ve çok parlak manik periodlar. Dünya benim. Güçlüyüm. Çoğunlukla çok güçlüyüm. Bu hissi seviyorum, ona bağımlıyım. Bir şekilde depresyona bağlı olduğunu bildiğim için en başta her tür tedaviyi reddediyorum.

Yalan söyledim. Uzun süre, tehlikeli olabilecek kadar uzun süre tedaviyi reddediyorum. Migren bazen canımı herhangi bir şeyden çok daha fazla yakıyor. Migren’i de seviyorum. İhtiyaçlar aritmatiği. Sonra karanlık zamanlar uzuyor. Hiç bitmeyen ay tutulmaları. Hiç bitmeyen güneş tutulmaları. Çevremdekilerin zavallılığı, çevredekilerin zavallılığı. Bilgi depresyonu besliyor. Algı depresyonu besliyor. Bu dünyanın sana ihtiyacı olmadığını biliyorsun. Sensiz de gider. Öyleyse neden burada durmak zorundasın. Böyle zamanlarda annemin ağlamaları beni çıldırtıyor. Boş gözlerle ona bakıyorum. Öfke. İşin aslı bu: Dayanabiliyorsam bu öfke sayesinde. Depresyon onu benden çok ender alabiliyor. Ne de olsa bir zamanlar bir şeyler yapılabileceğine inanmıştım. Üretmeye. Bunun izi ince bir bağ da olsa nefes aldırıyor. Farkında ol ya da olma; hareket edebilmek, yapabilmek, iş yapabilmek, bakkala gidebilmek, yazmak, fotoğraflamak hepsi nefes aldırıyor.

Depresyonu tatmamış birinin, gerçekten orada olmamış birinin anlamasını beklemiyorum. Acıyı en aptalcasını dahi –ve her hatayı, yanlış otobüse binmeyi bile- en derinden hissetmeyi. Hayatın buna bağlıymış ve sen kaçırmışsın gibi.

İlk psikiatristlerimin hiç birine yakalanmıyorum. Obsesyonlar, paranoyalar, hepsi depresyon denilen paket programla beraber geliyor. Ama tedavi olmak istemiyorum, manik dönemlere ihtiyacım var. Onların verdiği enerjiyi bir kez olsun tadan birinin bundan vaz geçmesi çok zordur. Biçime indirgenmek istemiyorum. Buna bağlı olan sosyal kabul kurallarını atlatmanın bir yolunu bulmak zorundayım. Buluyorum.

II

Kuralları bilen birine karşı oynamak zordur. Özellikle de oynamaya dair ciddi bir hevesiniz yoksa. Psikiatristleri atlatmak kolay. En hevesle başlayanları bile çabuk sıkılıyor. Şablonlarını biliyorum. Bir çoğundan daha iyi biliyorum. Manik dönemlerim gittikçe kısalıyorsa da hala güçlü. Planlayabiliyorum, dengemi kaybetsem de böyle zamanları sebeplendirebiliyorum. Yutacakları sebepler bulmak o kadar kolay ki. Depresyonun bir yanılsama olduğunu hatırladığım sürece –sadece bu kadarını- depresyon zamanında ne kadar düşersem düşeyim harekete geçmeyeceğimi biliyorum. Bu beni uzun süre aptallıktan uzak tutuyor. Eh, tutamayacağı zaman da tarihin bunun için biçtiği en sağlam kılıfı keşfediyorum: Alkol.

Arkadaşlarımı kandırmak da kolay. Belki bir iki tanesi hariç. Sosyal kodlar psikiyatrik kurallar gibi işliyor. Alkol ve zor adamlardan oluşan bir sevgililer güruhu. Sevgilim ne kadar zor biriyse o kadar fazla tüketebiliyorum. O kadar uzun süre dengede duruyorum ve depresyon bittiğinde – ya da o bittiğinde- başımdan atıyorum. Kırarak değil ve de üstelik zaferi bırakarak. İşim bitmiş oluyor, hala hayattayım. Bu nedenle zorlu olanları seçiyorum, onlar da hayatta kalıyorlar. Silik ve sahte ve ama başarılarla dolu zaman öldürmelerine geri dönüyorlar. Onları öldürmeyen onları güçlendiriyor mu bilmiyorum, çoğunlukla onları çoktan unutmuş oluyorum.

Sızarak aptal depresyonların geçmesini beklemek. İçerek o aptal depresyonların geçmesini beklemek, sevişerek o aptal depresyonların geçmesini beklemek. Ve evet, yeniden oyundasın. Yanılsamayı tutuyorsun. Sınırda ve tekinsiz de olsa her iki farkındalığı da bırakmayacaksın. Kural bu. Yoruyor. İşe yaradığı sürece önemli değil.

İyi bir işin var. Çok kazanıyorsun. Bunu var olmak için yeterli, normal olmanın ispatı olarak gören annen artık ağlamıyor. Onu gezilere yolluyorsun, evi toparlıyorsun, kavgalı olduğun insanlarla barışıyorsun. Her zaman yutuyorlar. Oysa ilgisizsin. Bu bir görüntü. İyi veya kötü davranmakla, olmakla, kendin olmakla ilgisizsin.

Daha bitmedi.

III

Sonra o gün geliyor. Diğerleri gibi değil. Sabah kalkıyorsun ve depresyondasın. Bu doğru. “Asıl krizler hep böyle gelir.”

Nefes almakta zorlanıyorsun, ayağa kalkmak imkansız, vücudunu hissetmiyorsun. Beynindeki ne idiyse onu tükettin. Bunu istemiyorsun ama orada. Kanadığını hissediyor ama yarayı bulamıyorsun. Öfke bitti. Öfkeyle sen de bittin. Zannedilenin aksine çaresizlik ileriye dönük bir adım olmuyor. Depresyondasın, k-2’desin, gerçek delilerlesin, onlar için dokunulmazlığın olsa bile onlardan biri değilsin. Fazla iyi biliyorsun kuralları, oraya geçmeyeceğini biliyorsun, burada olmadığını biliyorsun, ağzından salyalar saçarak televizyon başında duramayacağını biliyorsun. Bunu henüz hak etmedin – ve evet, bu ancak hak edilen bir şeydir-

Tedaviler. Alkolü bırakıyorsun. Çünkü artık işe yaramıyor. Kimseyi kandıramazsın, kendini de kandıramazsın – kendini kandırmak ancak başkalarını kandırabilmek üzerinden yürüyen bir denklemdir- . İlaçlar. Prozac sende intihar eğilimi yaratıyor –hemen kesiyorlar- valium seni öldürüyor. Senin işe yarar olmanı istiyorlar oysa. Seçeneğin yok. Bana borçlusunuz, diye düşünüyorsun, size yardım edeceğim ama bana borçlanacaksınız.

Ediyorsun da.

III

Her şey anlamını yitirdiğinde –kelimeler, hareketler, hepsinin içi boş, kafanda gitmeleri gereken yere gitmiyorlar ama boşluk güzel. Kendini kapatabilmek güzel. – yeniden kazanmak imkansız. Psikiyatristlerin aksine bunu bildiğin için başka bir yöntem deniyorsun. Filmde Ricci’nin dediği gibi, ilaçlar nefes alma alanı tanıyor. Ağırlar ve seni hiç sevmediğin bir biçimde sakinleştiriyorlar. Öfkenin geri gelmeyeceğini anladığında bunun olması gerektiğini de kavramıştın. Kabul ediyorsun. Yeterli. İşe yarıyor.

Yıllar sonra ilk kez rüyalı uykuların var. Hala dışarıdasın ama önemli değil. Rüyada dahi dışarda olmak önemli değil. Bölündün ve asla tek bir bütün olmayacak. Bir tanesini seçiyorsun. İşe yarar görünen bir tanesini.

Şimdi iş yapmak/üretmek eskisine oranla zor. O kadar hızlı değilsin, her şey o kadar kolay değil. Sıradan insanlar gibi yapıyorsun sen de . 9’dan 5’e yapıyorsun; yemek yapıyorsun; hep doğru otobüse biniyorsun. Espri yapıyorsun.. Rol değil eğleniyor olduğun. Eğlenmemem mümkün değil, ilaçlar mutluluğunu garantiliyor. Her hangi bir mutluluktan daha sahte değil. Daha az ev yapımı hiç değil. Yapan sen değilsin hepsi bu. Kötü değil. Nefes alman gerekiyor, nefes alman gerektiği sürece devam edeceksin.

Kendi vicdanın için değil, insanın hele de benim kadar pratik yapmışsa kendi vicdanıyla baş etmesi kolaydır. Lakin başkalarının yükümlülüğü senin omuzlarında olduğunda iş değişiyor. Madem sen aldıramıyorsun, onların aldırdıkları arasında sahiplenebildiğin kadarını sahiplenebiliyorsun. Hafif olanlar elbette. Anneni çok ağlattın, bu doğru değil. Ezip geçmeni hak etmeyecek insanları dümdüz ettin. Onlar için işe yarama eğilimi duyuyorsun. Acıma duygun gelişmiş değil ve sertsin. Aksi tehlikeli olurdu her halde. Ama sorumluluk bilincin var. Çok eskilerden, her şeyden, hatırlayabildiğin her şeyden (ki bu çok fazla bir şey etmiyor) öncesinden kalma. Alanını işeyerek belirledin ve başka köpekler oraya girmiyor. Belirsiz bir rahatlama var. Dışarı çıkmadığın sürece güvende olacaksın.

[Daha bitmediğini henüz bilmiyorsun.]

Z. Heyzen

İstanbul, 2004

Suudi Arabistan –ya da Girls of Riyadh

Suudi Arabistan –ya da Girls of Riyadh

Bu bir gezi yazısı değildir

Bir süre önce, seyahatlerimden birinde Susan adlı ABD’li bir arkadaş edindim. Bu yazının edebi olmak gibi bir amacı olmadığından hemen konuya geçiyorum. Susan, Suudi Arabistan, Riyad’da hemşirelik yapıyor. İlk duyduğumda bu bana çok garip gelmişti, bir Amerikalı niye gidip Suudi Arabistan’da hemşirelik yapar? O zaman bana Suudi ailelerin dini nedenlerle (erkek hastaya bakmak kıza leke süreceğinden ve evlenmesini zorlaştıracağından) kızlarının hemşire olmasını onaylamadıklarını/izin vermediklerini bu nedenle çok yüksek maaş ve çeşitli avantajlarla çoğunlukla Amerikalı hemşireleri kullandıklarını söylemişti.

İlginç detaylar: Kraliyet ailesinin çok geniş olduğunu zaten biliyordum, onlarca kuzen, onlarca ikinci kuzen, onlarca üçüncü kuzen, onların akrabaları vb.. Bu insanların, yani yarı-üst düzey ve çoğu avrupa’da eğitim görmüş Suudilerin verdiği partilerin de ününü duymuştum ama hiç birinci elden bilgim olmamıştı. İçkinin yasak olduğu bir ülkede (karaborsada viskinin şişesi 200 dolar civarı) afyon dahi içilen partilerin ne gibi sonuçları oluyor derseniz, bir yabancı için yüz kızartıcı biçimde ihraçla sonuçlanıyormuş, eğer yakalanırsanız. Ama bu partiler çok çok ender olarak basılırmış.

Arkadaşım yine de gitmemeyi tercih ettiğini, çünkü çalıştığı hastanenin her yıl yıllık maaşının yarısı kadar bir miktarı onun adına bankaya yatırdığını ve beş yılın sonunda, hiçbir sorun çıkmadığı takdirde ikramiye olarak bu parayı alacağını söyledi. İhraç edilme riskini göze alamayacağı kadar yüksek bir paraymış.

Şu garip, bundan dört yıl önce genelde ancak Beyrut’a gittiği zamanlarda bana e-mail atabiliyordu ama artık bilgisayarı var. 3 yıl önce çoğu sayfayı açamıyormuşsunuz internette ama örneğin Hotmail varmış. Şimdiyse dilediğimiz gibi kullanabiliyoruz diyor.

İnternetin ilk gelişi savaş sayesinde Suudi Arabistan’a. Ya da Amerikalılar demeliyim. Eskiden yabancı kanalları izlemeleri yasakmış –zaten yokmuş- şimdiyse yine savaş zamanı CNN’e tanınan ayrıcalık, ardından bazen sansürlenen diğer kanalların gelişi (ekran kararıyormuş birileri o sahneyi/programı uygunsuz bulmuşsa) ve artık Sex&the City bile var- konuda bu zaten. Sex&the city izlemek başı örtülü Suudi kızını nasıl bir kafa karışıklığına sürükler?

Ki en baştan beri gelmek istediğim konu da buydu. Bütün Avrupa ve ABD –henüz ingilizceye çevrilmediği halde /araştırmamı yaptım, eylülde İngilizce baskı yapılacak- Girls of Riyadh isimli kitabı konuşuyor. Sex and The city’nin Suudi versiyonu olan kitap önce Suudi Arabistan’da yasaklanmış ama sonra, Lübnan’da basılıp yok satıp, Arabistan’da karaborsaya düşünce, kitaba izin vermişler. (Bu habere internetten de ulaşmak mümkün, FT, kitap fuarı ve sonrasında gelişen olayları detaylıca anlatmış. FT ne derseniz bence şu dünyadaki en sağlam 3. kitap dergisi.)

Ben kitaptan –yine internette bulunabilecek- birkaç pasajın çevirisini okudum. Cep telefonuyla mesajlaşarak erkek ve kızların ilişki kurmaları –yanlış anlaşılmasın tamamen platonik- alışveriş merkezlerinin sosyal hayattaki rolü.. İnanılmaz. İslam’ı islami bir ülkeyi kavrayabiliyorum ama insanların ürettikleri çözümler, buldukları yan yollar ve hatta bu kapalı sistemin içerisinde gizliden gizliye ama anlaşılan gittikçe güçlenerek devam eden bir hayat tarzı benim için yeni bilgi oldu.

Arkadaşım değişimi dolaylı olarak savaşa borçlu olduklarını iddia ediyor, ben televizyona borçlu olduklarını düşünüyorum, o da televizyonun savaş sayesinde bugünkü halini aldığını söylüyor. O orada, ben değilim, belki de haklıdır ama savaştan elde edilen yarar bir şekilde rahatsız edici geldiğinden düşüncemi değiştiremiyorum. Binlerce insanın ölümü karşısında birkaç televizyon kanalının ne önemi var, diyebilirdim ama böyle de düşünmediğimden benimki gereksiz bir açmaz. Gereksiz çünkü bu benim sorunum değil.

Ama açıkçası, kitabı gerçekten merak ediyorum.

Z. Heyzen Ateş

Sert öyküler sıradağlarından.... I

bir öykünün dipnotları

“tek bir fotoğraf” diyordu Borges. Kafasındaki tüm ikircimleri alıp götürmüş ve romanının son paragrafına varabilmesini sağlamış olan o tek fotoğrafı anlatırken. Bilirsin, hani o basamaklarında atların, eşeklerin, tavukların eşelendiği, eskiden görkemli olduğu anlaşılan saray eskisinin (belki gerçekten öyledir) önündeki basamaklardan alınıp akkağıt üzerine düşülmüş bir enstantanenin vurgun yemiş halidir o fotoğraf. Ancak bundan sonradır ki bir yerli edebiyatçının penceresinden bahçesinde gördüğü tavukların ona “ilham” vermesini ve bunun anlatışının bir edebiyat türü olarak minimal sevdalanmalarla yüceltilmesini anlayabilmiştim.

- “Kediler şeker tadını ayrıt edemez” bilir misin? dedi, edebiyatçının fotoğrafla ilişkisi üzerinde yaptığı temrini özetlediğini düşünerek, biraz ötesinde uzun bacaklarını toparlayıp garip bir şekil verdiği dizlerinin üstündeki bilgisayarın çakar yalazasında ışıldayan karakaşlı kara gözlü kıza.

- “Sineklerin de beş tane gözü vardır ama hepsi de pisliklere bakar...” yaşlarının arasında değil tümüyle uzlaşmaz karakterlerinin aralarındaki inatlaşmanın deli tarafıydı bu başkasına anlamsız gelecek diyaloglar.

Yaşlı olan kıvrılıp uzandı yeniden kendi içine doğru. Ne bu kentte ne işi olduğunu biliyordu ne de bu kentte ne işi olmadığını sıraya koyarak kendini bir çırpıda harcayabiliyordu. “Tam bir yürek deliliği” işte diye düşünüyordu durmadan.... Ve barfiksin ortasında sallanıp kalan jimnastikçiden bozma cambazın ellerini açıp, çırpınıp bütün maskelerini takındığı o en vahim andaki kararlı- belirsizlik durumuna benzetti kendini (ya da içinden bir kanıksanmış, tembel bir lahavle çekerek) ve beş gözü olduğu halde sadece hep çöplükleri gördüğü suçlamasını neden hak ettiğini eğer doğruysa neden böyle bir yapısı olduğunu düşündü.

- “Bak burada bile belirleyici olan ‘eğer’ sözcüğü oluyor”

- “olmaz”...çığlık çığlığa bağırdı yapmacık bir sesle ve dehşete kapıldı Oysa bağırtı kentin orta yerindeki dikilitaşa çarpıp geri dönmüş, kaldıkları otel odasının camlarından içeri giremeyip yansımış ve sonsuzluğa asılmıştı diğer tüm çığlıkları gibi. Genç ses yaşlı ses karıştı birbirine ve asılıp kaldı kentin sıcak terletici gökyüzüne. “Nasıl, neden?” diye yazıklanırken kaçış planlarının gene tutmadığına ve prangalandığını anladı.

- -“Çingene falcı kaderimi bağlamış benim” diye mırıldandı alaylcı alaycı yaşlının yüzüne bakarak.

Yaşlı, sigaranın sararttığı bıyığını çekiştirip; “Hiç olabilmek çok zaman alan bir iştir. En zor işlerin başında gelir. “Hiç” liği arayan tanrıseverler bu iş adına tarikatlar kurup binlerce kişiye hükmetmişlerdir. Ama “ben bir Hiçim” demekle “Hiç” olunmaz. Herkes seferberlik ilan ederek kişinin bir hiç olmadığını kanıtlayan akılcı ya da akıldışı, ruhani veya cismani kanıtlar sıralayıp durur. Yaşlı, onlara seslenmenin boşuna olduğunu anlamıştı artık. Onlar aşkı cennetten kovduran yılanlardı ve işitme yetenekleri olmadığından kendisini duymazlardı. ‘Hiç’ olduğunu kabul ederlerse kendileri de ‘Hiç’ olacaklarından korkuyorlardı. Bilgisayan alacalı gözlü genç Borges’nin ilham aldığı fotoğrafı yaşlının cüzdanından çıkartıp yeniden ve dikkatlice baktı, yılanlar yoktu...

“Güzel Hava”... boğuştuğu kentin adı buydu... Bu boğucu ve yapış yapış havanın nesi güzel diye eseflenmek istedi, terini silmekle yetindi. Yaşlının heryerde sağır yılanlar gördüğünü kabullenmişti artık, esnedi sonra devam ederim diyerek bilgisayarın kapatma düğmesine bastı.

Z. Heyzen, Buenos aires, 2005

Niteliksiz Adam

Bu uzun yol trenine bineli 20 saat olmuştu. Elimde R. Musil’in “Niteliksiz Adam” kitabının olmasını istiyordum bu yolculuğa çıkarken. Ama çevrilmediğinden (belki benim haberim yok) ve ben de Almanca bilmedigimden kitap üzerine yazılan eleştirileri yanıma almakla yetindim.

Musil neden çekiyordu beni bilmiyorum. Hakkında herkesin bildiğinden çok sey bilmiyordum o zamanlar. Ama yazının ortalarına gelince sizin de anlayacağınız gibi önce adıyla yakalamıştı beni kitap; “Niteliksiz Adam”. Kendime uygun, çok uygun buldum bunu. Yenilendigini sanan bir ruhun savruk ikizi olmaktan ötede bir “nitelik”’ten söz ediyorum elbette.

Bir zamanlar birlikte olduğum birisi bana “nitelikli” olduğumu ama bunun kimliksiz olmamla gölgelendiğini söylemişti. Elbette ona çok kimlikli olmanın ve bunun hızla dönüşmesine bağlı bembeyaz bir sentezin ortaya çıkmasının, gerçek anlamı ile kimliği oluşturduğu ve asl’olanın insanoğlundaki kişilik sorunu olduğu yolunda uzun bir nutuk çekmiştim. İnsanların, ulus, din, ırk, tabiyet gibi kendisi tarafindan belirlenmemiş aidiyetler aramasının ve üstelik bir de bunlarla övünmesinin yüz kızartıcı bir suç olduğunu düşünüyorum. Bir Eskimo’nun bununla övünmesi yerine Fildişi Sahili’ndeki çocuğun sorunlarını çözmeyi amaçlayan bir kişilik edinmesi, insana daha uygun ve yakışır olan değil midir? “Ne Mutlu Eskimo’yum Diyene”. Kendime güldüm, karşımdaki de güldü. Hem de yüksek sesle, arsız bir hor görüyle.

“Neden güldünüz” diye sormak zorunda kaldım karşımdaki koltukta oturan çilli suratlı, dar bedenli genç kıza. Arsızca yüzüme bakıp “bu ülkede böyle seyler yüksek sesle düşünülmez, hele bu bölgede” dedi. Ve ekledi: “Siz , ‘Niteliksiz Adam’ kimliğini daha sessiz kuşanmaya çalışın...”

Birden içimden bir öfke yükseldi ve tepeden olacağına inandığım bir edayla “böyle düşündüğüm için bana yapılanlardan daha fazlasının yapamayacakları sınırdayım ben” demek geçti içimden ve hemen ardından müthiş utandım kendimden. Belli ki bu uzun yol trenine binmiş bu çilli suratlı dar gövdeli genç hanım Musil’i ve dahası daha bir çok kişiyi benden iyi biliyordu. Müthiş kıskandım.

Bu bir ironiydi. Mann’ın dediğinin aksine; ironik olan nesnel olana karşı olamıyor bu durumda. “Klasik dinginliğin ve nesnelin karıştı olmak romantik bir savrukluğun ögesidir” diye aklımda kalan söyleme sığınıyorum hemen, biraz da utanarak. Bir yolcukta bu kadar sık utanmak pek hayra alamet değil.

Camdan dışarıya çorak ve ıssız köylülere bakıyorum.

‘Köylülük bir ruh halidir’ diye söyleniyorum, hayatın karşısına çıkamamaktır.

Kendimi böylece aklayıp haklılıyorum.

{Aşkın yalın hali} bu olsa gerek.

Çok kalabalık uykulara dalıyorum. Uyandığımda ‘çilli surat dar gövdenin’ gittiğini anlıyorum. Geçici bir uzaklaşma değil tümden bir gidiş belli ki bu. S.K.Aksal’ın deyişiyle ; “Çok gül koklamış ölüler”e dönüşüyorum. Bir aşka daha yazık oldu. Ben de hep yaptığımı yaparım ve sessiz bir soyutlama ile kendime yeni sözcükler armağan ederim. Butafor sözcükler. Yani her daim kullanılabilir ve zor eskir, katı umarsız tahta sözcükler. Böylece dünyayı değil anlamak görmeye bile yaramayan gözleriniz oldu mu bu strafor sözcükler bir kez, kurtarıcısız kalmış yangın taşıyıcısı oluverirsiniz. O anda tüm umarsızlar kurtarıcı rolüne sıvanır aşk için; oysa o son aristokratla ölüp gitmiştir çoktan, keskin bir şövalye hançeri ile.

Z. Heyzen Ateş

Porno IV. Aptallıklar Arası İletişim

I

İnsan çoğaldıkça öfke de çoğalıyor. Çünkü aptallıkları yaşam gustosu yapan aptallar çoğalıyor. Aptallıkların kapsama alanı genişledikçe, aklın alanı daralıyor ve böylece dünya küçüldükçe aptallıklar arası iletişim buna öfke duyan insanlar arası ilişkilerden daha hızlı ivme kazanıyor.

II

(Farkında mısınız ? Farkında olsanız ne olacak..)

III

Aptallıklar ve abuk sabukluklarla içiçe girmiş bu yaşam biçiminde, hiçbir sevgi sözcüğü ya da aşkın ustalığı yüzyıllardır sınanmış kelimeleri ile/ ya da fizik ve mantık kuralları, denge veya adını her ne koyacaksanız o ruh hali, duruş, ola ki var oluş, aptallıkları yenemediğinden, biz de insanı küçültürken öfkenin pornografik bile olsa gücünü büyütüp, kitlesel oylumlara ulaştırıp, içselleştirmeliyiz elbette. En büyük biz.

IV

Aptallıklar üzerinden yapılan mizahın yaşamanın insani bir biçimi olmayıp, ancak bir hastalık olduğunu ve hastalıklara gülünemeyeceğini, kötünün doğru olduğunu kabul etmiş çoğunluk içinde anlatmak olanaksız olunca

eğer öfkelenmiyorsanız siz de aptal çoğunluktan olmaz mısınız

sorusu asrın sorusu olur. Uzmanlıklar çoğaldıkça bilginin alanı daralır ve siz buna bireyselleşmek derseniz aynalara bakamayacak kadar utanç duymak zorunda kalırsınız.

V

(yine kendime alt yazı oluyorum)

Hangi söz hangi sevdiğimizi en çok yaralar , niye hançerlerin en keskini benimki değil, neden milyarlarca karıncayı ayaklarımın altına alarak ezmek konusunda gerilerde kalıyorum, neden kendini beğenmişliğimin Himalaya’sı diğerlerinkinden daha alçak ?

Sözünü ettiğim öfke bütün bu ve benzeri soruların yanıtlarını bilmeyişten kaynaklanan öfke değil. Daha da kötüsü anatomisi böyle anlatılarak ders haline getirilen sahte öfkeleri zorunlu olarak öğreten “piyasanın” karşısına çıkıp öfkeyi yerli yerince kullanmayı öğreten, öfkenin seçmece bir insani unsur olarak kalmasını savlayanların direnişi.

VI

Ama her türlü “piyasa” nın genel kuralıdır, ucuz ve sahte olan iyi olanı piyasadan kovar. İşte gerçek öfkeyi büyütebilenlerin hepsini kırk katıra bağlayıp kırk parçaya ayırmak ve kırk ayrı Pandora kutusu yapılandırarak kırk dostumuza yaldızlı hediye paketleri içinde vermek (kesin biri sevgili Ilgın olsun)

ve açarlarsa lanetlenecekleri korkusu ile donatarak sinmelerini sağlamak / onların da buna gönüllü olarak katlanmaları, böylece hançerlemeleri kendi kendilerini sırtlarından –bunu da biz yapacak değiliz ya-

aptallara ve aptallıklara dünyada daha fazla yer açmak için –başka niye olacak.

VII

Akla dayalı öfkenin boşalttığı yere aptallıklar önce sızarak sonra çağlayarak gelir. Doğa hiçbir boşluğa müsaade etmez.

Z . Heyzen

MUTLAK KARANLIK

“Hayat denilen şu labirentin...”

Sözünü bitirmesine fırsat tanımadan sertçe susturdu genç kadını. “bırak şu fotoroman diyalogları başlatmayı.”

Cümlesinin noktasının boşlukta kalacağından korkarak ve bu sonsuzluğu noktalamak ister gibi kırarcasına vurdu elindeki rakı kadehini masaya.

“Rakıları da bozdular” dedi suratını ekşiterek. “Bütün rakıları rakı likörüne çevirdiler, balpeteğine dökülmüş anason suyu gibi saçma sapan bir tad verdiler..işte sizin pek sevdiğiniz özelleştirmenin en trajik sonucu.”

Sonra gülmeyle sırıtma arası bakışla : “Aynı sana benzedi bu rakılar, çekilmez, içilmez ama vazgeçilmez.”

Birden biraz önce kınayarak aşağılayarak tanımladığı fotoroman diyaloglarının içine balıklama girdiği fark etti. Hoş bu karşında büzülüp oturmuş güvercin fotoroman diyalogları ne demek onu da bilmez ya...bunlar kendilerini labirente ip döşeyerek kendilerini seven herkese ihanet etmek pahasına yarı öküz sevgilisini kurtaran o ucubeye benzetiyor, üstelik bunu da bir marifet sanıyorlardı. Onlar için yeryüzünün keşfedilmemiş noktası yoktu, yeryüzünün hiçbir noktasında mutlak karanlığa el değdirilemezdi.

Bunlar anlaşılabilir şeylerdi.

Esas olarak anlamadığı kendisine sarıldığı zaman mutlak karanlığa sarılmış olduğunu neden fark etmediğiydi. Sınırları kesikli olmayan tümüyle düz bir geçilmez çizgisi ile belirlenmiş mutlakkaranlığının onu tedirgin etmeyişini; sevdiklerine ihanet ederek yarıöküz sevgilisini labirentten çıkartan ...yarım bıraktı düşüncesini ve kahkahalar salıvererek büyücülüğün sevimsiz bir iletişim yolu olduğunu düşündü. Gövdesini büyücüye sunarak ruhunu kurtaracağını sanan kirli sokak rengi kediler bunlar diye de bir not düştü düşüncelerinin dibine. Titizlikle boncuk boncuk terledi, “kurallar elbette bizim için” diye homurdandı masanın üstündeki piyaz lekesine rakı bardağının üstünden, hırçınlaştı birden, tüm ter taneleri aynı özgül ağırlığa sahip olmalı ve bütün mutlak karanlıklar da standart boyutlarında… Kimsenin içine giremeyeceği kadar standart ve özel olması gereken dengesini bozuluşuna kızıyordu belki de içten içe.

Hayatım için yapabileceğim son bir değişiklik kaldı diye mırıldanarak sözcükleri atıverdi ortayere; tek değişiklik kaldı ve ben onu beceremiyorum, oysa bu son ve çok da mükemmel olması gerekmiyor. Ölmek ne kadar zor olabilir ki zaten. Ama beceremiyorum işte ölmeyi, istemediğimden değil üstelik çok içten istemekle birlikte bunu becermenin zorluğu ile başa çıkamıyorum. İşte tam bu anda kimselerin hatta senin bile sarsamadığın tüm dengelerimi (çoğul kipi bilinçlidir) bozuyor; hani o herkesin sarsılmaz gördüğü dengelerimi, kokteyl garsonların neslinden bir kız. Bir rakı şişesinin daracık boğazında bile alabildiğine dengeli kalmayı becerebilen yetilerim yüzyıllık segoyalar gibi; içi çürümüş ama görkemli bir görünüşle kök salmışlar içime ve naturamın geri kalan her zerresi bu ağırlık altında ezilmemeye direniyor ya da bir insan eliyle kendini yitirmekten korkar gibi sanki. Yazının kendi iç devinimine

Kant vari bir çalım atarak limitlerin inancın başlangıcı olduğunu ve her türlü yargının ya da kuramsal aklın böylece boş düşeceğini söyleyerek mezarlığın ağır demir kapısını ittirdi, eşikte öylesine durdu.....Kendisini askeri müzedeki pala bıyık takılmış plastik mankenler kadar çaresiz ve komik buldu. Özür dilerim dedi...özür dilerim.....

Z. Heyzen Ateş

ATLAS

Mısır`dan Notlar

I
Kamboçya`daki okulardan birinde cocuklardan `gelecek` konulu bir kompozisyon yazmalari isteniyor.Cocuklardan birinin yazdiklari soyle: `Gelecekte dunyada, ozellikle de Cin`de savas olmasini istiyorum. Sonra ben amerikan donanmasina katilacagim. Beyaz giyecegim. Yabancilari (!) oldurecegim.Polpot`u ailesini, arkadaslarini oldurecegim. Kahraman olacagim. Gemideki tek kambocyali donanma subayi ben olacagim. ` (`Kawabata –Snow Country`)

Gezi dergilerindeki fotograflari bir yana birakin. Dunya oyle bir yer degil. Size yalan soyluyorlar ve yalan o kadar iyi satiyor ki kimse gercekleri okumak istemiyor. Meraklanmayin,ben de burada sefalet edebiyati yapmayacagim. Ama en azindan bir kac ilginc not dusebilirim.

II
Misir`da pecete yok. Hangi restorana giderseniz gidin –cogu bez peceteleri saymazsaniz bes yildizli otel restorani dahil- pecete bulamayacaksiniz. Asuan haric.

III
Ozellikle metroda ama genel olarak butun toplu tasima araclarinda on iki vagon ya da on siralarkadinlarin. Tiyatro bileti aliyorsaniz ornegin ve bir kadinsaniz son dakikada bile olsa en on uc siradan yer bulabiliyorsunuz. Bu resmi bir kural degil.Yani aksini yapmak mumkun. Ama ornegini ancak zaruri kosullarda goruyorsunuz.

IV
DHL bayii bulmak gercekten buyuk mesele. Asuan`daki DHL bayii bu ulkeyi cok guzel anlatiyor. Bayi ayni zamanda donerci. Bu nasil kimlik karmasasidir.

V
Buradaki erkeklerin bir kisminin gelir kaynagi avrupali kadinlar. Aradan yuzlerce yil gecmis olmasina karsin `ozgur`olmayi bir turlu sindirememis modern kadin anlasilan kendisine efendilik edilmesinden hoslaniyor. Karari erkek veriyor, hesabi kadin oduyor. Burada sistem boyle. Bu iliskiler bir iki hafta suruyor ve belirli meydanlarda erkekler dizilip gecen kadinlara laf atarak ve iltifatlaryagdirarak –bir sure sokakta takip edip- tanisiyorlar.

Temel yontem bir sekilde kaybolmus turist kadina yardim edip yolda sohbet acmak. Oyku ise hep ayni: Adam ingilizce ogretmeni. (Bu adamlar en az iki-uc dili cok iyi konusuyorlar.) Bir yabanciyla konusmak her zaman guzel.. vb.. Burada yeterince kalirsaniz sokakta bu oyunu gordugunuzde taniyorsunuz. Uzaktan eglenceli. Bir iki hafta surecek egzotik bir macera.Ben her ne kadar o kadainlar o erkeklere nasil bakabilir anlamak istemiyorsam da anlasilmaz degil.

Acikcasi bunu kesfettikten sonraki gunlerimde sokakta yolum kesildiginde cok egleniyorum. Belki de bu tuzaga hic dusmemis olmamin yegane nedeni bes parasiz olmam ve arap erkeklerinden ve tavirlarindan gercekten tiksinmem.

(Luxor`dan bir dialog :`X: `taslari mi gormeye geldiniz.. Bu kulturu de kesfetmek lazim.`
ben:`taslari gormeye geldim`. X:`Ama gece cikmak eglenmek fena mi yani` Ben: `ben valla taslari gormeye geldim.` vb.. Bunu yapan da gunduz komi, gece saclari joleleyip Brad Pitt edasiyla sokaklara akan gencten bir arkadasimiz…)

VI
Kadinlar –arap kadinlari cok zeki ve alimli. Kapali bile olsalar (ki cogu oyle). Ben de cok ciddiye alinmamasi gereken bir tur hayranlik uyandirdiklarini soylemeliyim , her ne kadar sokakta bir tanesi bana `cehennemde yanacaksin` diye bagirdiysa da. Ilginc bir deneyimdi acikcasi. `A-ha,bu mahallenin delisini de bulduk` diye dusunmustum. Her yerde bir tane bulurum.Bir de sigaraci kadinim var ki dehset. Sokakta bir tezgahi olan deli-sarayli gorunumlu tamamen catlak bir kadin. Sigara almak istiyorsaniz o anda kafasina ne eserse onu odemek zorundasiniz. Bu bazen degisen miktarlarda para bazen yardim bazen elinizdeki bir toka (ben bes sigarayi nazar boncuklu bilezigimle degismek zorunda kaldim mesela- oluyor. Misirlilar icin de ayni seyi yapiyor kadin ve istedigini vermezseniz de kovuyor. Bazen musteriyi sevmiyor ve direkt kovuyor. Ne dedigini hic anlamasam da gunde bir iki kez ugrayip birilerini kovaladigini gormek eglenceli.

VII
Col tezek kokuyor. Piramitler ve cevresi tezek kokuyor. Normalde acilis ve kapanis saatleri var ama kapi gorevlisine iki kurus verip daha erken ya da gec gitmek en iyisi. Gece oralari cok guzel ama ben gercekten kokuya katlanamiyorum. Krallar vadisindeki mezarlarin ici de oyle. O koku katlanilir gibi degil.Dilenciler, bahsis isteyenler,zorla rehberlik edenler..Buralarda her adim para.. Bu arada gercekten merak ettim bu uzayli soylentilerini kim cikatmis diye – von daniken denen o pazarlama dehasiydi galiba- Yok oyle birsey. Yani piramitler insanin aklinin hayalinin nasil yapildiklarini tasavvur edemeyecegi ihtisamda seyler degil. Ama uzaylilarin ince uzun kel kafali seyler olduklari fikrinin Nubya heykel ve resimlerinden geldigini anlamis bulunmaktayim.

VIII
Mar Girgis.. Uzerine sayfalarca yazabilirim. Durrell`in bahsettigi -ya da Nerval`in- Misir orada iste. Ve de Al Qualah ya da Islami Kahire denilen bolgede. (Mar Girgis de Koptik Kahire). Tam da bu nedenle uzerine yazmayacagim, isteyen gitsin gorsun. Misir`da cebinizde 10 dolar varsa krallar gibi yasayabileceginiz bir yer. (Ben Piramitlere 4,5 Misir paunduna – 1 dolardan az ediyor – gittim. Ama otelden ya da tur ajansindan ayarlamaya kalkarsaniz 40 dolardan asagi kapatmaniz zor) Ben yaptiysam herkes yapabilir.

IX
Yemekler harika. Yaglari bizimkilere yakin ve bolge yemekleri de tanidik. Yalniz herseye – ornegin musakkaya bile- yumurta koyuyorlar. Nedeni konusunda hicbir fikrim yok, sevmedim de lakin ben yumurta sevmem. Yemek luks gorunuslu lokantalarda bile cok ucuz. Luks bir lokantayla siradan bir lokantanin farki iceceklerin fiyatlari.

X
Misir`da alkol yok. Yani var tabii ama luks otellerde ya da luks restoranlarin bazilarinda. Sehir icinde alkol sadece adliyenin (high court) karsisinda satiliyor. Gece acik yerlerin bir cazibesi yok- dansoz falan sevmiyorsaniz ozellikle. Hayat aksam 6- gece 11 arasi devam ediyor. Hava ancak bu saatte disari cikmaya elverisli. 11`e kadar sokaklar ana baba gunu. Insanlar cogunlukla fotograflarinin cekilmesine izin vermiyor, izinsiz cekerseniz de sizi gucleri yettigince kovaliyorlar.Yani cok hizli kosamiyorsaniz denemeyin bile.

XI
Kesinlikle anlamadigim birsey. Hersey nereli oldugunuzu soruyor. Zannedersiniz ulke capinda anket yapiyorlar. Masaniza kola getiren garsondan yol sordugunuz adama, metro gisesindeki gorevliye kadar.. Hani ne olacak.. Bir sure sonar turk olmaktan sikilip Uruguay, Nepal, Slovenya gibi ulkelere geciyorum ve lakin yine de cok sikici gunde kirk kere bu soruyla karsilasmak. Neyse en sonunda ingilizce bilmemeyi akil ediyorum da ruhum huzura eriyor.

(Simdilik bu kadar yaklasik 20 gun oldu kuzey batidan-guney doguya.Simdi Tunus~a ucup sahra`da doguya dogru ilerleyecegiz. )

Z. Heyzen Ates