"Neden yazıyoruz?” Jean-Marie Gustave Le Clézio 2008 yılında Nobel ödülünü alırken yaptığı konuşmasına böyle başlamış ve ilk yazmaya başladığı zamandan, hayal meyal hatırladığı II. Dünya Savaşı’ndan bahsetmişti. “Bir anlamı olduğu için yazıyoruz,” demeye getirmişti.
Bu, popüler yazarların, “meşhur” olan yazarların tutması zor bir sözdür. Çoğu yazarın ilk kitaplarının en anlamlıkitapları olduğuna inanırım. Zamanla profesyonelleşirler. Zekaları ve kalemleri parlamaya başlasa da anlam, “öz” kaybolup gider.
Le Clezio son kitabı “Açlığın Şarkısı” ile bunun doğru olmadığını ispatlıyor. Kitabın adını gördüğüm anda, daha sayfalarını karıştırmaya başlamadan aklıma ilk gelen LeClezio’nun Nobel konuşmasından bir pasaj oldu. (Evet, o konuşmayı baştan sona dinledim, baştan sona dinleyebildiğim tek ödül konuşmasıdır ve bence son derece etkileyiciydi. İlk kez “yazarlar neden kendi konuşmalarını yazamıyor dedirtmedi bana.) LeClezio, herşeyin kıtlığının çekildiği dönemde tek bulabildiği bir ucu mavi bir ucu kırmızı marangoz kalemleri olduğu için onlarla yazmaya başladığından bahsediyor, bu yüzden hala samanlı kağıt ve kurşun kalemle daha rahat ettiğini dile getiriyordu. Açlığın Şarkısı’nın özünde de böyle birşey olsa gerek dedim kendi kendime. Çok da yanılmamışım. Ama o konuşma, açlık’ın altının çizildiği bir konuşmaydı zaten. (“Bir taraftan edebiyatın hayatınızdaki en önemli şey olduğunu söylüyorsunuz, diğer taraftan nereye baksanız açlıktan ölen binlerce insan var…”) Bir de Milan Kudera’nın “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği”’ni hatırlatacağını düşünmüştüm. Tahminlerimin bu kısmı benim için tutmadı. –Elbette herkesin çağırışımları ve çözümlemeleri kendine.
“Açlık nedir bilirim, onu hissettim. Çocuğum, savaş bitmiş, yollarda Amerikan kamyonlarının peşi sıra koşanlarla birlikteyim…” cümleleriyle açılan Açlığın Açlığın Şarkısı daha ilk cümleden beni tavlayıp tahminlerimden ötürü kendimle gurur duymamı sağlıyor. Ama daha o ilk bölümün sonunda, ben de ‘bu kadar basit’ olamaz derken ilk çelmesini takıyor bana: “Burada bahsedeceğim başka türlü bir açlık…”
Mauritius’lu bir ailenin üzerinden sosyal ve ekonomik çöküşün izlerini sürerken zaten bolca otobiyografik detayın kullanıldığını anlıyorsunuz. Brun ailesi, tipik bir Fransız ailesi değil. O dönemi anlatan kitaplar da genelde burada anlatılandan farklı manzaralar sunuyorlar. Karanlık manzaralar. Oysa Clezio’nun çizdiği resimlerden insanı saran bir enerji yükseliyor. Bu ailenin hikayesiyle geçmişi öğrenmiyoruz, bu ailenin geçmişini öğreniyoruz.
Kahramanımız Ethel’le tanışıyoruz önce. Ethel sürgündeki Justine ve Alexandre’ın kızı. Çocukluk döneminde en zevk aldığı şey egzatrik dayısı Soliman’la şehirde dolaşmak. Sonraları Rus devriminin dolaylı kurbanlarından olan arkadaşı Xenia’da bulduğu da belki dayısını hatırlatan bu tür bir tanıdıklık hissi. (Xenia’nın babası devrimden bir yıl sonra hapiste ölmüş, annesi de devrimdden kaçarken onu doğurmuş.) Belki de “göç etmiş olmanın”, ait olduğu yeri tanımlamaya çalışmanın tanışıklığı.
Yine de kitabbın giriş bölümlerinin ve kızın çocukluğunun anlatımının kitabın geri kalanından açık farkla önde olduğunu belirtmeliyim. (LeClezio’nun anlatımı düz bir çizgi halinde ilerlemiyor, daha çok geçmişi hatırlayan bir insanınki gibi, parçalaar halinde.) Başlangıçta, insanın kalbini ısıtan hayatı boyunca katı biri olan dayısının (Samuel Soliman) kalbinin Ethel’le birlikte yumuşaması, annesinin sevgisi ve sömürgelerden kopup gelmiş hayatların ekonomik açmazdaki Fransa’da var olma çabaları. Mösyö Soliman, Ethel on üçüne girerken ölüyor. (leClezio macera romanı yazarı değil, kelimeleri için okunması gereken yazar. Bu yüzden kendimi katili ağzından kaçıran eleştirmen gibi hissetmeden yazıyorum.) O bölümde, yazarın yaşlı adama ithaf ettiği kelimeler inanılmaz. Yalın ve sahnenin doğasını tam 12’den vuruyor. (Yeterince ölüm sahnesine şahit oldum, bir kere olsun böyle anlamlı cümlelere şahit olmadım. İşte edebiyatın güzelliği, ölümü bile çekici kılabiliyor…) Ethel’in hayatından sahnelerle bize yabancı bir hayatı takip etmeyi sürdürüyoruz. Ama LeClezio çocukluk anılarını elden bırakmamak istercesine –veya güçlerinin son derece farkında olduğundan- onları aralara serpiştiriyor. Ethel’in ilk aşkını anlattığı bölüm de bunlardan biri. (On iki yaşındayken on beşinde bir çocuğa aşık olmuş.) Aşk böyle anlatılmalı dedirten cümleler var. (Bahsettiğim cümlelerle son zamanlarda bizim roman/makale/şiir’lerimizi işgal eden amerikan filmlerinden fırlama beylik cümleleri kıyaslamanızı öneririm boş bir vaktiniz olduğunda.) Ethel’in aşkı, arayışı “benim istediğim beni benim onu sevdiğimden daha fazla sevecek bir erkek bulmak diyen” ve sonunda sözleşme yapar gibi zengin bir burjuvanın oğluyla evlenen (“..yurdundan göçüp sefalete düşen asil bir Rus kadınının kızının Rouen burjuvazisinin geleceği olan suskun ve güvensiz bir genç adama kendini vermesine dayanan bir nevi üstü kapalı sözleşme..”) Xenia’nınkinden farklı. Sonu da farklı oluyor.
Le Clezio ne yazık ki yer yer otobiyografik öğeler içeren kitapların düştüğü tuzağa düşüyor. Anlatılanla arasındaki mesafeyi korumak ve izleyici konumunu olabildiğince korumak adına –kahramanın Ethel olması, anlatımda 3. tekil şahsın kullanılması da bu yönde atılmış bir adım değil midir?- okuyucunun da yer yer metine girmesini zorlaştıran anlatımlara baş vuruyor. Özellikle başkalarının Ethel’e anlattıkları Afrika anılarının bize anlatıldığı yerlerde ben bunu hissettim. Bunlar büyük kopmalar değil, ama rüyadan uyanmış gibi hissediyor insan.
Ama LeClezio, tüm bunları –metne kapıldığınız ve metinden koptuğunuz yerleri- iyi belirlenmiş bir dengeye oturtmayı başardığından bir süre sonra yazarın bunu bilerek yaptığını düşünmeye başlıyorsunuz. Belki de baobab ağaçlarına o kadar yaklaşmanızı istemiyor. İnsan çok yakından baktığı şeyi göremez.
Elbette bir de savaş var. “Kaynaşmalardan, ağızdan ağıza dolaşan söylentilerden ve arkasından başkente rastgele atılan birkaç bombadan ve pasif direniş sirenlerinden, ailecek sığınaklara doluşulmasından, kömür topaklarına bulanmış is içindeki çocukların yüzeye çıkmasından, metro koridorlarında koşuşturmalardan; en çok da ağızların çıkardığı gürültüden, o yorumlardan, yalan yanlış ahkâm kesmelerden, felaket tellallığından, basının yaygarasından sonra” Haziran ayında Paris’in sessizliği. Birer birer yahudi karşıtı yasaların çıkması ve 1942. LeClezio’nun kalemi savaşı anlatırken çok güçlü ve ancak yaşamışların sahip olabileceği bir deneyimle nereden vuracağını gayet iyi biliyor.
Açlığın Şarkısı boş vakitlerinizde okuyacağınız türde bir kitap değil, okunması için zaman ayrılması, hakkının verilmesi gereken bir kitap. Akıcı bir dili olduğundan kimsenin kitaba bu kadarcık olsun saygı gösterdiği sürece sorun çekeceğini sanmıyorum. Tartışmasız bu yıl okuduğum en vurucu kitaplardan biri, daha dikkatli olunabilirmiş dediğim bir iki yer olsa da bu yıl okuduğum en iyi çeviri.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder