7 Ekim 2009 Çarşamba

Avrupa`nın Sınırlarında



Avrupa'nın en ucunda bırakılmış, hatta okyanusun kenarında kendi haline terk edilmiş bir ülke olan Portekiz aslında eski kıtanın köhneliğinin en güzel yanlarıyla modernizmin çekici özelliklerini bir arada yaşatan ender yerleşimlerden biri. Büyük kaşiflerin ulusu olarak anılan Portekizliler hala bir yandan geleneklerini yaşatıyor, bir yandan da hızla gelişen dünyaya ayak uydurmaya çalışıyorlar. Tamam, itiraf ediyorum, bu son bölümde belki henüz yeterince hızlı değiller ama bunu da ülkenin Avrupa Birliği'ne girişiyle sarsılan ekonomisini hala tam olarak toparlayamamış olmasına bağlamak gerekiyor belki.

Portekiz'in başkenti Lizbon ve kuzeydeki rakibi Porto ülkenin en gelişmiş iki şehri. Taş yolları, tramvayları, katedralleri, kuleleri ve meydanlarıyla yarı magribi yarı batılı bir doku sunuyorlar gezginlere. Doğu'nun esintisinin bütün detaylarda hissedildiği bu iki küçük şehir İber yarımadasının gizli cevherini süslüyorlar. Bu satırdaki "küçük" lafının özellikle altını çizmek istiyorum çünkü Lizbon da, Porto da çevrelerindeki en az bir bu şehirler kadar güzel kasabalar sayılmadığında 4-5 günde bitirilecek kadar küçükler.

Roma dönemindeki adıyla Olispo ya da bugünkü adıyla Lizbon yedi tepeli şehirlerden, bu yüzden kalacağınız yer-mahalle, hayatınızı kolaylaştırmak açısından büyük önem taşıyor. elbette mesafelerin kısa taksilerin ucuz olduğu bu ülkede taksiyle de yolculuk yapabilirsiniz ama trenler ve tramvaylar özellikle gezillecek bölgelerde çok iyi çalıştığından bu son derece gereksiz olacaktır. Tarihi yapıların yoğunluklu olarak toplandıkları bölge "Alfama" adlı mahalle. Bütün mahalle bir tramvay hattıyla donatılmış durumda. daracık sokaklarıyla belirgin bir arap mirasının sezilebildiği Alfama'nın adı arapça al-hamam'dan geliyor. Bir zamanlar bu bölgedde bulunan sıcak su yatakları mahalleye adlarını vermişler. Bir zamanlar emevilerin yüksek tabakasının yerleşim mekanı olan bu mahalle Salazar döneminde memurlara verilmiş. Güneyinde Baixa isimli alışveriş-yemek blögesinin ve daha da ileride nehrin -Rio Tejo- yer aldığı düşünülecek olursa yönünüzü karıştırmadığınız sürece Lisbon Kalesi'nden Katedral'e her yeri tramvay durakları arasında seyahat ederek görebileceğiniz bir mahalle. Üstelik burada oteller değil pansiyonlar yer aldığından konaklama da çoğunlukla pahalı değil (gecelik ortalama 40 euro). "Sé" ya da katedral emevi camiinin yıkıntıları üzerine Alfonso Henrique'nin emriyle romanesk bir kilisenin inşasıyla başlayan ve 1755 depreminde kilise yıkılınca yerine barok bir tane inşa etmeye karar veren Portekizlerin sonunda dönemin hemen her mimari akımını birleştirerek ortaya çıkardıkları ilginç bir mimari örnek. Kale ise -Castelo Sao Jorge- 9. yüzyılda emevilerin, 12. yüzyıldaysa hıristiyanların yaptıkları eklerle bütün şehri ayaklarınızın altına seren enfes bir yapı.

Lizbon sadece Lizbon'dan ibaret değil. Çevresindeki kasabalar da bu şehre ayrı bir değer kazandırıyorlar. Her kasabaya ayrı bir istasyondan gidildiği için istasyonları iyi bellemek gerekiyor. Bu kasabalar arasında bence en güzeli olan sintra'ya Entrecampos istasyonundan sürekli kalkan trenlerle yaklaşık 1 saatte gidiliyor. Sintra'ya vardığınızda istasyonun hemen yanından 434'e biniyor ve biletinizi kaybetmiyorsunuz. 4 euroluk bu biletle şehrin tek hattını dolaşan bu otobüse dilediğiniz gibi inip binebiliyorsunuz. Sintra'nın pazarı, pazarlık yapmasını biliyorsanız Lizbon'daki pazarlardan çok daha hoş. Palacio Nacional hala şehri kontrol ediyor. 13. yüzyıldan itibaren herkesin dışını koruduğu içineyse kendince ekler yaptığı bu sarayın her odasının ayrı bir hikayesi var. Kraliçeleri aldatan kralların yaptırmak zorunda kaldıkları dekorasyyonlar, soyu tükenen ailelerden kalma tahta işlemeler ve kraliyete verilen hediyeler. Alfonso'nun kardeşi II. Pedro tarafından hapsedildiğinde tutulduğu oda da burada. Ardından meşhur Castelo Dos Mouros yani kale duvarları geliyor. Çok da güvenli olmayan bir tırmanışla ulaşılabilen kulelerinden görülen manzara kaçırılmamalı. Masal şatolarını andıran Palacio Nacional de Pena ve Monserrate sarayı da görülmesi gerekenlerden.

Lizbon'dan ulaşılabilen bir diğer kasaba da Cascais. Tam bir sayfiye mekanı olan Cascais her halde Portekiz'deki en lüks yerleşim birimi. Avrupa sosyetesinin yatlarıyla geldikleri bu liman lüks mağazaları, pahalı restoranları ve okyanus manzarasıyla benim gibi beş parasız geziyorsanız çantanızla sandviçinizle ve suyunuzla gitmeniz gereken yerlerden. Lisbon'daki Cais do Sodre istasyonunda 15 dk.da bir tren kalkıyor Cascais'ye.

Yanılmayın diye söylüyorum, Lizbon'da nehir kenarına indiğinizde aklınıza boğaz gelecek ve karşı kıyının da dev İsa heykeliyle Lizbon'a dahil olduğunu düşüneceksiniz ama hayır. Lizbon dendiğinde kıyının tek bir tarafı kastediliyor. Diğer kıyıyla ilgili bir soru sorduğunuzda insanlar sizi anlamayabiliyorlar. Karşı seyahat feribotlar ve vapurlarla yapılıyor. Oldukça hoş ama diğer taraf merkezden çok farklı. İsa heykeli dışında da görecek başka birşey yok.

II

Porto

Porto'ya uçmak kadar gereksiz birşey olamaz. Lizbon'dan trenle dört saate gidilen Porto hem yolunun manzarası hem de havaalanı işkenceleri ve Porto havaalanının şehre uzaklığı düşünüldüğünde en rahat raylı sistemle gidilen bir şehir. Ucuz ve kaliteli -ne yazık ki çoğunlukla tatlı- şarap ve güzel manzara. Yalnız balık yerseniz nehirden değil okyanustan geliyor olmalarına özen gösterin.

Porto ne yazık ki tepelerin yan yana dizildikleri bir iehir olduğundan yürüyerek gezmesi oldukça yorucu. Adını İspanya'da doğan ırmaktan alan Douro bölgesinin cevheri olan şehir şarabının yanı sıra saat kulesi, abartılı barok kiliseleri, dar sokakları ve öfkeli kadınlarıyla meşhur. Porto'nun kendisi tarihi boyunca her kurala baş kaldıran denizciler tarafından kurulduğu için asiliğiyle meşhur. Ama 1628'de kumaş vergisi yüzünden belediyeye saldıran kadınlar ve ilerleyen yıllarda ülke tarihindeki kadın hareketlerinde şehrin önemli rol oynaması Porto'ya kadınlarına karşı dikkatli olunması gerektiği gibi bir ün kazandırmış.

Porto'nun anahtar mahallesi Ribeira. sao Francisco Kilisesi, Misericordia ve Arap salonu denilen balo salonuyla -ben ilgi çekici bulmadım ama benden önce gidenler bana çok övmüşlerdi- saray ve nehre doğru inildiğinde Riberia meydanı. Asıl mesele de o meydan -karşısında her birinde bedava tur atabileceğiniz şarap mahzenleri var- zaten. Çünkü Eiffel'in en başarılı yapıtlarından biri olan Dom Luis I köprüsü orada yer alıyor. Köprüyü yürüyebilirsiniz ama bence üzerinden geçen tren/metroyu kullanmayı tercih edin. Ribeira'nın hemen kuzeyindeyse -bu kuzeyinde lafından yazılarda nefret ederim ama Porto'da bu kafanızı kaldırıp görebileceğiniz mesafe demek- Kale yer alıyor. Ben şehrin en az reklam görülen yeri orası olduğu için kaleyi kuleden de köprüden de daha çok sevdim ama gezin görün, siz karar verin. Bütün nehir kıyısı dev reklam panolarıyla donatılmış ve insan ister istemez rahatsız oluyor. Şehirde her adımda yeni bir tepeyle karşılaştığınızdan etrafı dolaşmanın en iyi yolu şehir turu yapan in-bin otobüslere bilet alıp onlarla seyahat etmek.

Portekiz'i Avrupa'nın belki de en ucuza seyahat edilecek şehri. Ülke ekonomisi çok iyi olmadığından -benim konuştuğum Portekizler AB'yi suçluyorlardı çoğunlukla- herşey çok ucuz. Yemekler lezzetli, müzikler aşırı turistik mekanları seçmediğiniz sürece hoş, fado dinlenen mekanlarda ya da tavernalarda fiyatlar çok sarhoş olduğunuza kanaat getirmedikleri sürece mönülerdekilerle aynı, ulaşım kolay -tepeleri çıkmak için asansörler bile var. Ve ekim ortasında bile yaz güneşi parıldıyor. Daha ne istenir bilmiyorum...

Hiç yorum yok: