7 Ekim 2009 Çarşamba

Madrid

Bir gün Madrid’e gitme ihtimaliniz varsa bu yazıyı kesip sağlam bir yere kaldırın. Hakkı verilerek yazılmış bir yazıdır, bahsi geçen yöntemler denenmiş, bahsi geçen restoranlarda yenilmiş ve bahsi geçen şirketler kullanılmıştır. Yani yazan öneriler bütün detaylarıyla doğru ve Mayıs 2009’a aittir.

Madrid kültürü ve sanatla, yemekle, gece hayatıyla, boğa güreşi ve hatta futbolla ilgilenen kişilerin kaçırmamaları gereken bir şehir. (Veya rahat bir nefes almak isteyenlerin.) Sanat tarihinin en önemli yapıtlarından bazılarını içeren müzeleri, tarihi dokusu, boğa güreşleri, yemekleri, gece hayatı, yazın aşırıya kaçan güneşi ve elbette insanlarıyla “yabancılara karşı” daha ılımlı bir tavırla karşılaşacağınız bu şehir özellikle San İsidro festivalinin yapıldığı mayıs ayında çarpıcı bir gezi seçeneği olarak insanın karşısına çıkıyor. Üstelik diğer Avrupa ülkelerine kıyasla ucuz –ki uzun süreli seyahatleri tercih edenler için bu çok önemli bir seçenek.

Ulaşım

Şehrin her tarafını kaplayan metro ağıyla Madrid’de ulaşım çok kolay. Abono adı verilen biletler sayesinde dilediğiniz gün sayısına göre her tür toplu taşıma aracından yararlanabiliyorsunuz. Üstelik yollar geniş ve otobüs hatları da oldukça anlaşılır olduğundan illa metroya mahkûm olmuyorsunuz. Duraklarda otobüslerin gittikleri yönü ve geçecekleri durakları gösteren panolar var. Hangi numaraların nerelerden geçtiklerini rahatlıkla görebiliyor ve aynı biletle otobüse binebiliyorsunuz. Şoförün hemen arkasında duran makineden bileti geçirmeniz gerekiyor, zaten şoförler ne yapacağınızdan emin olamadığınızı gördüklerinde size makineyi işaret edip nasıl kullanacağınızı gösteriyorlar. İspanyolların güzel tarafı bu, ukalalık yok, kabalık yok, İngilizce bilmeseler bile açıklamak sorununuzu çözmek için ellerinden geleni yapıyor, çoğu zaman da başarıyorlar. Ne de olsa Madrid turistik bir şehir ve toplu taşıma araçları ya da restoranlarda çalışanlar benzer soru(n)larla karşılaşmaya alışkınlar. Ayrıca birinci gün yürüyerek biraz dolaşırsanız yönleri kafanızda kestirmeniz kolaylaşır ve ne tarafta olduğunuzu bildiğiniz sürece ciddi bir sorun yaşamazsınız.

Recoletos’dan Prado’ya Madrid

Madrid sanat eserleri bakımından dünyanın en zengin şehirlerinden biri. 3 büyük müzesi ve bu 3 müzedeki koleksiyonlarla şehrin sanat tarihinin başkentlerinden olduğu bile söylenebilir. Madrid’in, Paseo de Recoletos’dan, yani Kolomb meydanından Paseo del Prado’nun sonundaki Museo nacional centro de Arte –Reina Sofia’ya uzanan kısmında yer alan bu müzelere hem ulaşım hem de giriş çok kolay.

Sanat üçgeni denilen bu bölgedeki 3 müzeden her hangi birinin girişinden dilediğiniz gün dilediğiniz müzeye girebilmenizi sağlayan 3’lü abonman alabiliyorsunuz. (Her bilet tek bir girişe izin verse de hepsini aynı gün kullanmanız gerekmiyor.) Müzelerin girişinde çanta kontrolü var. Sırt çantanız varsa emanete bırakmanız gerekiyor, el çantaları için sorun çıkarmıyorlar. Çanta bırakmak güvenlik açısından mesele değil ama çantayı bıraktığınız kapıdan çıkmanızı zorunlu kılıyor. Yani yüksüz gezmekle, çıkarken müzeyi baştanbaşa yeniden geçmek arasındaki tercihi yapmak size kalmış.

Gerçeküstücülerin metinlerinin de yer aldığı Prado edebiyat tarihiyle ilgilenenlerin kaçırmamaları gereken bir müze, hele de Fransızca ya da İngilizce biliyorsanız. Apollinaire’den Eluard’a pek çok yazarın ve şairin kitaplarının ilk baskılarını camekânlar içinde görebiliyor, makaleleri okuyabiliyorsunuz. (Tzara’nın “her sabah ayakkabılarımın içini dolduruyorum” cümlesi –medeniyeti giymek başlıklı bir çalışmanın yanına koymuşlar- benim çok hoşuma gitti örneğin…)

Bu müzelerden belli başlı resimler:

Prado - Picasso’nun daha sonra karısı Jacqueline’in resmini yaparken-ve onu tüm güzelliğinden ve saygınlığından arındırırken- örnek aldığı Goya’nın meşhur Giyinik ve Çıplak Maya’ları; Hieronimus Bosch’un Dünyevi Zevkler Bahçesi ve Yedi Büyük Günah’ı; Velazquez’in kendini de dahil ederek resimdeki gerçekle gerçek hayatı bir ayna aracılığıyla bulmacaya dönüştürdüğü “Las Meninas”’ı (aynaya dikkat).

Thyssen- Blue Rider akımının resimleri; Mondrian; Juan Gris. Bahçesinde harika (ve kahvesi güzel) bir kafe var.

Reina Sofia- başta Guernica olmak üzere Picasso’lar; gerçeküstücüler; Dali; Juan Gris. Üst katta da çağdaş sanatçıların geçici sergileri yer alıyor. Yalnız bu müzenin de Louvre gibi bazı bölümleri bazı dönemlerde/günlerde kapalı oluyor. Gezeceğiniz gün Guernica’nın yer aldığı odanın kapalı olup olmadığını önceden sorun. Madrid’de içtiğim en iyi soğuk kahveyi bu müzenin girişinin tam karşısındaki Pinocchio isimli kafe-restoranda içtim. Çok geniş bir kahve yelpazeleri var, kesinlikle tavsiye ederim.

Toledo

Toledo Madrid’in güneyinde yer alıyor. Çoğu turist günü birlik gitmeyi tercih etse de bence 1 günden fazlasını hak eden ama fazla turistik olduğu için yer yer pahalı olabilen bir şehir. Sakin, hoş, “taşra kasabası” havasında bir yer. Toledo’ya ulaşabilmek için yukarıda bahsettiğim abono’nun “T” modeline ihtiyacınız var çünkü Toledo Büyük Madrid’in parçası kabul ediliyor. Aynı gün gidip dönecekseniz biletler günlük olduğu için tek bir bilet almanız yeterli. Otobüs garından bilet alacağınıza şehirdeki her hangi bir metro gişesinden bilet alırsanız %200 kar etmiş oluyorsunuz. Toledo otobüsleri Plaza Eliptica metro istasyonu/garından kalkıyor. Eğer “T” bölgesi biletiniz varsa doğrudan otobüse gidebiliyorsunuz. 2 ayrı otobüs var; biri dolaşarak diğeri doğrudan gidiyor. Doğrudan giden zaten “directo” diye belirtilmiş. Otobüsler yarım saate bir kalkıyor ama erken gidip kuyruğa girmenizi öneririm çünkü duruma göre beş on dakika kala giderseniz yer bulamayabiliyorsunuz. Hele de 2 kişiyseniz ve yan yana oturmak istiyorsanız, mutlaka gidip önceden sıraya girin, yoksa işiniz zor.

Yaklaşık 1 saat süren yolun Madrid’in çıkışındaki kısmının bir cazibesi yok. Ama şehrin ne kadar geniş bir alana yayıldığını görmek açısından ilginç gelebilir. Ben bir ara kendimi Konya Ovası’nda gider gibi hissettim diyebilirim. Ama küçük ve güneşli ve sempatik Toledo’ya vardığınızda tüm bu zahmete değeceğini söyleyebilirim.

El Greco’nun şehri, İspanya’da Emevi etkisinin en rahat görülebileceği şehirlerden. (Zaten şehrin adlarından biri de Ciudad de las tres culturas -3 Kültürün Şehri) UNESCO’nun listesindeki şehirlerden biri olan Toledo’nun tarihi bölümü surlarla çevrili. Puerta del Cambron gibi müslümanlardan kalma yapıların yanı sıra 2 Bisagra kapısı gibi hıristiyan dönemden kalma yapılar görülebiliyor. Şehir yokuşlarla dolu olduğundan merkezde bir otel seçmeniz daha rahat gezebilmeniz açısından önemli olacaktır. Alcazar, Katedral, Safardi Sinagogları –müzik dinlemek de mümkün- Tagus nehrindeki Roma kalıntıları, meydandan binebileceğiniz Zocodover (bir tür açık otobüs) ile hem hikayelerini dinleyip hem yorulmadan görebileceğiniz yerler. İlk önce bu araçla bir şehir turu atıp neyin nerede olduğunu zihninize yerleştirirseniz sonradan yapıların yerlerini bulmanız daha kolay olur. Elbette buraya kadar resimlerden bahsetmişken Toledo’da, San Tomé kilisesinde yer alan El reco baş yapıtını atlamak olmaz: Kont Orgaz’ın Cenazesi. Resim 14. Yüzyıldan bir efsaneyi konu oluyor. Rivayete göre onurlu bir şövalye olan Orgaz öldüğünde (Kont ünvanı sonradan verilmiş) Aziz Augustine ve Aziz Stephen gökten inip herkesin gözü önünde onu kendi elleriyle cennete götürmüşler. El Greco’nun iki parçadan oluşan resmi de işte o anı konu alıyor.

Şehirle ilgili edebi bir dipnot: Don Kişot’un maceralarında izlediği yollardan ikisi Toledo’dan başlıyor.

Boğa Güreşi

Boğa güreşleriyle taçlandırılan San İsidro festivali için –mayıs- yine Madrid’e dönüyoruz. Madrid’de boğa güreşi turistik bir aktivite değil. Turistlerin de ilgi gösterdiği turistik olmayan bir aktivite. Zaten arenayı dolduran insanları gördüğünüzde ne kast ettiğimi anlıyorsunuz. Ellerinde sandviçleri, favori matadorlarının –torero- adlarının yazılı olduğu pankartlar ve attıkları çığlıklar –veya hakaretlerle- insanlar bu sporu bizim futbolu aldığımız kadar ciddiye alıyorlar. Arena “ventas” istasyonunda yer alıyor. Önünde dizili ufak kabinlerde de bilet satılsa da tavsiyem arena gişesinden bilet almanız. (Metro istasyonundan çıktığınızda arenaya 5 metre mesafede oluyorsunuz, arena duvarını oluşturan çemberi takip ederek ilerlediğinizde gişeleri görmemeniz mümkün değil. Yerler stadyum mantığıyla düzenlenmiş, Güneşli (sol), gölgeli (sombra) –kraliyet locasının olduğu taraf-, güneşli ve gölgeli (sol y sombra) –iki yan- olmak üzere 3 bölüm var. Eğer en ucuz olan en üst kısımdan bilet alırsanız güneşli ya da gölgeli’de oturmanız fark etmiyor çünkü bu son bölümlerin üstleri kapalı. Yani 5 euro gibi bir rakama gayet rahat gösteriyi izleyebiliyorsunuz. Arenada şurada oturan kaba ve küfürbaz halk şuradakiler daha sakin şehirliler diye bir ayrım yok. Matador onları kızdırdı mı bütün arena ayağa fırlıyor. (Boğanın acı çekmesi izleyicileri kızdırıyor örneğin, matador tek seferde işi bitirmezse yemediği hakaret kalmıyor.)

Yine arenanın neresinde olursanız olun oturma yerlerinin şöyle bir sorunu var –arkanızdaki kişinin ayağını koyduğu yerle sizin oturduğunuz yer aynı. Yani birilerinin ayaklarının dibine, çok da geniş olmayan bir alana oturuyorsunuz. Ne yazık ki sizin ayağınız da öndeki kişiye yaslandığından rahatsız olabiliyor. Bu sorunu çözmenin en güzel yolu bilet alamaya erken gitmek ve 1-2 euro fazla verip en ön sıradan bilet almak. Böylece direk sorunundan da kurtulmuş olursunuz. Evet, ne yazık ki direkler var ama arena büyük ve bir tarafı zor görseniz diğer tarafta geçen kısmı rahatlıkla görebiliyorsunuz. Oturma yerleri dar olmasına karşın yüksek olduklarından önünüzde oturan kişi çok uzun boylu olsa bile görme sorunu çekmiyorsunuz.

Oyunun kurallarını çözdüm diyebilmeyi isterdim ama benim gözüme tamamen aynı şeyleri yapmış gibi görünen matadordan de biri yuhalanıp diğer alkışlandığı için boğa güreşinde benim tahmin ettiğimden fazla detay olduğunu kavramanın ötesine geçemedim. Ama gelecek gidişimde yiyecek ve içecek götüreceğim, içeri sokmazlar diye düşünüp bu sefer yanıma almamıştım, çok yanılmışım. (Dipnot –içki götüremiyorsunuz, içkiyi içeriden almanız gerekiyor. Ortada dolaşan biracılar var.)

Kraliyet Sarayı, Katedral ve San Francisco Bazilikası

Bailen yolu Madrid’in merkezinin batısında dümdüz uzanan bir yol. San Francisco Bazilikası’nın hikayesi 1217’ye, San Francisco’nun Madrid’e yaptığı yolculuğa kadar uzanıyor. Bu noktada peek çok kilise yapılıp yıkılmış, bugün görülense 18. Yüzyıldan kalma. Neoklasik mimarisiyle ve dev kubbesiyle görülmeye değer.

Bailen yolunu kuzeye doğru takip ettiğinizdeyse Nuestra Señora de la Almudena ya da Santa María la Real de la Almudena Katedraline ulaşıyorsunuz. Atlamak mümkün değil çünkü Saray’la yan yana. Girişinde 1 euro bağış alınan bu katedralin kubbesinin enfes bir manzarası var. Kubbeye giriş için ayrıca ücret isteniyor ama kubbeye girdiğinizde katedrale doğrudan, ayrıca bir ücret odemeden girebiliyorsunuz; yani önce kubbeden başlamak daha akıllıca. Manzara enfes ama Madrid’de inşaat çalışmaları devam ettiğinden iş makinelerinin hoş olmayan görüntülerine de katlanmak zorundasınız.

Kraliyet Sarayı ise İspanya Kralı’nın resmi meskeni ama kral ve ailesi daha küçük bir saray olan zarzuela’da yaşıyorlar. Çok büyük bir saray ve girişte yarım saat kuyrukta beklemek gerekebiliyor. Ama görülmeye değer. Buradaki ilk saray 18. Yüzyılda yanmış ve yenisi 1738-1755 arasında yapılmış. Beni en çok etkileyen müzik odası oldu –müzelerdeki resimlerden sonra saraydakiler ayrıca çarpıcı gelmedi sanırım. Sarayın bahçesinin tam karşısında kahvesi çok kötü manzarası çok güzel kafeler var. Ama benim tavsiyem yorulmuş olsanız bile Saray’dan sonra katedral tarafına ilerleyip katedralin tam karşısındaki sokaktan (Calle Mayor) Plaza Mayor’a ilerlemeniz. 8-10 dakikalık bir yürüyüş mesafesinde. Mimar Villanueva’nın eserlerinden olan bu kapalı meydandaki restoran ve kafeler turistik olmalarına karşın en azından iyi yiyecek ve içecekler sunuyorlar.

Özetle

Madrid’e giderken hep birkaç günün yeteceği söylenir ama şehre hakkını vermek istiyorsanız 3-4 İspanya şehrini birden 1 haftaya sığdırıp koştura koştura gezeceğinize Madrid’e doğru düzgün zaman ayırıp doya doya gezin derim. Çünkü küçük restoranlardan, ara sokaklara, bu şehrin keşfedilecek çok sırrı var…

Dip notlar:

  1. Havaalanından şehre ulaşmak çok kolay çünkü havaalanında metro istasyonu var. “M” işaretini takip ederek yolunuzu rahatça bulabilirsiniz. Aynı metro istasyonundan günlük, 3 günlük ya da 5 günlük abono –abonman alabilirsiniz. O biletle bütün toplu taşıma araçlarını kullanmanız mümkün. T denilen ikinci bir bölge Toledo’yu da kapsayan büyük Madrid demek. Benim tavsiyem normal abonman alıp Toledo’ya gidileceği gün T biletine geçmeniz. Aradaki fiyat farkı çok gereksiz. Zaten çoğu yer birbirine yürüme mesafesinde.
  2. %10 bahşiş. Bazı yerlerde bahşişi ve yemek öncesi getirdikleri zeytinyağı ve ekmeği otomatik olarak hesaba eklerler.
  3. Otobüs kolay bir ulaşım aracı. Duraklarda otobüsün gideceği yön ve geçeceği duraklar yazıyor. Metro yerine rahatlıkla –haritaya alıştıktan sonra- otobüsleri kullanabilirsiniz.
  4. Madrid kart. Eğer her müzeye tek bir gün ayıracaksanız müze girişleri için Prado ya da Reina’dan 3’lü abonman almak daha mantıklı. (15 Euro) Ancak benim gibi sürekli girip çıkacaksanız Madrid kart (50 euro) sınırsız giriş hakkı tanıdığı için daha işlevsel oluyor.
  5. 3 numaralı otobüs neredeyse belli başlı bütün tarihi yerleri dolaşıyor. Yürümekten yorulursanız şehri dolaşan turist otobüslerine para vereceğinize günlük biletle inip binip gezebilirsiniz.
Z. Heyzen

1 yorum:

billur dedi ki...

Merhabalar;

Geçtiğimiz 2009 Ekim aylarının başında Madrid'de bulunduk. Her yer o kadar kazı, yol yapımı ve inşaat içindeydi ve o kadar trafik sıkışıklığı vardı ki şehir bizi çok yordu,özellikle de Barselona'dan sonra...Toledo ise gerçekten insanın hafta sonu kaçıp kafa dinlemek isteyeceği bir yer... Ancak benim gönlüm Sevilla'da kaldı...
Sevgiler
Ayşenin Kitap Kulübünden
BİLLUR