12 Aralık 2008 Cuma

Peru



Gitmesi zor, kalması kolay...






Lima, Cusco, Nazca...
İnkaların insanı dehşete düşüren tarihleri. Kayıp şehirler, bulunmuş şehirler, silinmiş yazılar. Sömürülmenin, başkaldırıların ve taş blokların ülkesi. Bir de toprağa yüzyıllar önce çizilen çizgilerin. Bazı ülkeler renkleriyle kalır insanın aklında. Kırmızının tonları, yeşilin ve mavinin ve toprağın. Peru öyle bir ülke. Ne yazık ki yoksulluğun ve berbat idareciliğin pençesinde kıvranan ama yine de çekiciliğini korumayı sürdüren.

Ülkenin baş kenti Lima, bugün batının şehirlerini aratmayan kozmopolit bir yapıya sahip ve belirli bölgelerde yerlisinden çok turiste rastlayacağınız şehirlerden. Miraflores ve Barranco gibi özellikle gece hayatının yoğun olduğu kesimleriyle ilgi çekici, en önemli dünya mutfaklarından biri haline gelen mutfağıyla (patates ve pilavı yan yana yemeyi seviyorsanız...) insanın hem midesini hem zihnini hoş tutan bu şehir aynı zamanda dünyanın en ucuz şehirlerinden.

Lima tehlikeli değil. Sayıları sonsuz gibi görünen kapkaççıları saymazsak dünyanın diğer başkentlerinden bu anlamda bir farkı yok. Şehir merkezi nispeten dikkatli olunması gereken tek bölge ama merkezden uzakta, sahile uzanan bölüm olan Miraflores gibi yerlerde turistik olmalarına rağmen ender olarak sorun yaşanıyor. Merkezde –neredeyse bütün Güney Amerika şehirlerinde olduğu üzere- Plaza de Las Armas var -İspanyol askerler zamanında bu meydanlarda toplandıkları için halk kısa yolu seçip bu merkezleri silahlar meydanı olarak adlandırmış. Miraflores’in merkezindeki Park Kennedy üzerinde düzenlenen çeşitli sergilerle de biliniyor. Yani sadece çiçekleri değil, çeşitli zamanlarda çeşitli sanatçıların eserlerini de görebiliyorsunuz. (Ben gittiğimde dünyadan manzaralar sergisi ardı ve dev boyutta fotoğraflar her bir yanı süslüyorlardı.) Parkı geçip sahile yaklaştığınızda alışveriş merkezine ulaşabiliyorsunuz. Yine sahil hattı sizi Barranco’ya kadar götürüyor. Bu sevimli mahalle, şansınız yaver giderse sokak tiyatrolarının en ilginç örneklerini görebileceğiniz ve Peru’nun meder-i iftiharı Pisco Sour içmek için en uygun yer.

Bazıları Peru’da bir şehirden diğerine geçerken çok ucuz olduğu için otobüs yolculuğunu tercih ediyorlar. Ben bu hatayı bir kez, Lima’dan Cusco’ya giderken yaptım. Ne yazık ki yağmurlu bir gündü. Üzerime akan suları düşündüğümde otobüsün tavanı yok gibiydi diyebilirim ve ne yazık ki duraklardan birinde satın aldığım şekerler çantamın dibindeydiler. Haliyle son durağa vardığımızda çantamın içi böcek dolmuştu. Korkunç bir manzara. 30 avro kar etmek adına –çünkü uçak biletiyle otobüs bileti arasındaki fark bu- sekiz saat çileye değmeyeceğini açıklamak için anlatıyorum bu manzarayı. Elbiselerimle duştan çıkmış gibi otelin önünde dikilip dokunmaya cesaret edemediğim çantamla kendime küfrederken ne hissettiğimi tahmin edebilirsiniz... -Üstelik Lan’la uçtuğunuzda, önceden internetten kendinize bir “frequent flyer” kartı çıkarttığınızda (3 dk.lık hiçbir ekstra ödeme vb. gerektirmeyen bir işlem) Lan’ın mil programı süper olduğu için üç beş uçuştan sonra bir uçuşu bedavaya getirebiliyorsunuz. Şirketin tek yön fiyatları gidiş-dönüş fiyatlarından farklı değil.-

Cusco Lima’dan çok farklı. Ana yolun yönünü kavradığınız anda kesinlikle kaybolmayacağınız, favori turistik Pazar Pisaq ve Maçu Piçu da dahil her yere kolaylıkla ulaşabileceğiniz her şeyiyle enfes bir şehir. Benim bütün Peru’daki favori tapınağım Korikança da Cusco’da yer allıyor. –Belki de çok fazla resmini ve belgeselini gördüğümden Maçu Piçu bana beklediğim ölçüde etkileyici gelmedi. Bütün bir şehri görebilmek cazip olsa da şehrin hemen yanındaki ve çıkması atletik beceri gerektiren ay tapınağı bile benim için çok daha etkileyiciydi.

Bu kadar ay sonra Maçu Piçu’yu hatırladığımda aklıma daha çok tuvalete koşturan turistlerin görüntüsü geliyor. Peru’da sebzelerle ilgili sorun bu. Salata yemeyi matah sana modern çağ insanı “doğal ortamda yetişen” sebzelerin aynı zamanda bakteri ve kurtlara açık olduğunu ne yazık ki gözden kaçırıyor. Sonuç mu –çiğ yediğiniz her sebzenin, özellikle de salatanın, işkenceye dönüşmesi. Bir gün gitmeyi planlayan biri için Peru’yla ilgili belki de en önemli bilgi bu –domateslere evet, salatalara ve marullara hayır. Gerisi de damak zevkinize kalmış zaten. Guinea Pig ya da Hint Domuzuna gelecek olursak. Bizde evcil hayvan olarak dahi görülmeyen bu hayvan Peru kültürünün ciddi bir parçası. Cusco katedralinde “Son Akşam Yemeği” tablosunda dahi İsa’nın önünde ana yemek olarak servis edildiğini görebileceğiniz bu hayvanın eti az olduğu için aslında çok da lezzetli değil.

Gelelim herkesin bana sorup durduğu çizgilere. Evet, Pampa bölgesindeki Nazca’ya geçtim, hayır, uçağa binmedim. Neden mi? Çünkü hayatımdan zorum yok. Uçaktan inen üç beş kişinin uçağın kapısının aniden açılması ve türbülansla ilgili hikayelerini dinleyip gazetelerde de düşen uçak ve ölen turistlerle ilgili haberleri okuyunca içinizde binmek isteği falan kalmıyor. Ben paşa paşa gözlem kulesine çıktım. Perulular zaten çizgiler kulelerden izliyorlar. Manzara 20 dakikalık uçuşta görüldüğü gibi değil ama manzara yine de aynı ölçüde büyüleyici. Ve hayır, Nazca ziyaretimde çekirgeler hariç her hangi bir antenli ufak yeşil yaratığa rastlamadım –döndüğümden beri bu espriyi kaç kere duyduğuma inanamazsınız.

Ve güney batıdaki Puno - Titikaka gölü. Kafanızı dinlemek için gideceğiniz yer. İnka efsaneleri ilk İnka Manko Kapak’ın bu gölün sularından çıktığını söylüyor. Elbette Güneş Tanrısı’nın isteğiyle. (Sonra nedense Puno’yu bırakıp gidip imparatorluğu Cusco’da kurmuş.) Cusco-Puno arasında trenle de yolculuk edilebiliyor. Alpaka giyeceklerin bu bölgeden alınması gerektiğini söylüyorlar ama örneğin Cusco’da merkezden biraz uzaklaştığınızda zaten merkezde bir yaptık diye sattıkları dokuma ve giysileri dörtte bir fiyatına bulabiliyorsunuz. Peru’da taksi dahil herşey her yerde pazarlığa tabi. (Bir dip not: Binmeden önce mutlaka taksiciyle pazarlık edin.) Bu yüzden Alpakası meşhur denilen yerden almakla sadece fiyat farkı ödediğinizi rahatça söyleyebilirim.

Yazıyı çok önemli –ve bana en sık sorulan- üç detayla bitireceğim: 1. Onca aşıyı olmak gerekiyor mu? Hayır. Eğer ki ormana girmeyecek ve şehirde kalacaksanız ihtiyacınız olan tek şey ishal için ilaç ve Cusco’da her yerde bulabileceğiniz yükseklik çarpması için kullanılan haplar.
2. Koka yaprakları gerçekten her yerde satılıyor mu? Evet. Ama kafa yapmıyor.
3. Vize. İşte işin acıklı kısmı. Türkiye’deki fahri konsolosluğun türk vatandaşlarına vize verme yetkisi yok. Türklerin vizelerini Roma’daki Peru konsolosluğundan almaları gerekiyor. Bu işlem de çok kolay olmasına karşın –dilekçe, iki fotoğraf ve bir kredi kartı fotokopisi- bir hafta sürüyor. Ama aldığınızda vizeyi 90 günlük veriyorlar yani dilediğiniz gibi dolanabiliyorsunuz.


Z. Heyzen Ateş

Avrupa`nın Sınırlarında


Avrupa'nın en ucunda bırakılmış, hatta okyanusun kenarında kendi haline terk edilmiş bir ülke olan Portekiz aslında eski kıtanın köhneliğinin en güzel yanlarıyla modernizmin çekici özelliklerini bir arada yaşatan ender yerleşimlerden biri. Büyük kaşiflerin ulusu olarak anılan Portekizliler hala bir yandan geleneklerini yaşatıyor, bir yandan da hızla gelişen dünyaya ayak uydurmaya çalışıyorlar. Tamam, itiraf ediyorum, bu son bölümde belki henüz yeterince hızlı değiller ama bunu da ülkenin Avrupa Birliği'ne girişiyle sarsılan ekonomisini hala tam olarak toparlayamamış olmasına bağlamak gerekiyor belki.

Portekiz'in başkenti Lizbon ve kuzeydeki rakibi Porto ülkenin en gelişmiş iki şehri. Taş yolları, tramvayları, katedralleri, kuleleri ve meydanlarıyla yarı magribi yarı batılı bir doku sunuyorlar gezginlere. Doğu'nun esintisinin bütün detaylarda hissedildiği bu iki küçük şehir İber yarımadasının gizli cevherini süslüyorlar. Bu satırdaki "küçük" lafının özellikle altını çizmek istiyorum çünkü Lizbon da, Porto da çevrelerindeki en az bir bu şehirler kadar güzel kasabalar sayılmadığında 4-5 günde bitirilecek kadar küçükler.


Roma dönemindeki adıyla Olispo ya da bugünkü adıyla Lizbon yedi tepeli şehirlerden, bu yüzden kalacağınız yer-mahalle, hayatınızı kolaylaştırmak açısından büyük önem taşıyor. elbette mesafelerin kısa taksilerin ucuz olduğu bu ülkede taksiyle de yolculuk yapabilirsiniz ama trenler ve tramvaylar özellikle gezillecek bölgelerde çok iyi çalıştığından bu son derece gereksiz olacaktır. Tarihi yapıların yoğunluklu olarak toplandıkları bölge "Alfama" adlı mahalle. Bütün mahalle bir tramvay hattıyla donatılmış durumda. daracık sokaklarıyla belirgin bir arap mirasının sezilebildiği Alfama'nın adı arapça al-hamam'dan geliyor. Bir zamanlar bu bölgede bulunan sıcak su yatakları mahalleye adlarını vermişler. Bir zamanlar emevilerin yüksek tabakasının yerleşim mekanı olan bu mahalle Salazar döneminde memurlara verilmiş. Güneyinde Baixa isimli alışveriş-yemek bölgesinin ve daha da ileride nehrin -Rio Tejo- yer aldığı düşünülecek olursa yönünüzü karıştırmadığınız sürece Lisbon Kalesi'nden Katedral'e her yeri tramvay durakları arasında seyahat ederek görebileceğiniz bir mahalle. Üstelik burada oteller değil pansiyonlar yer aldığından konaklama da çoğunlukla pahalı değil (gecelik ortalama 40 euro). "Sé" ya da katedral emevi camiinin yıkıntıları üzerine Alfonso Henrique'nin emriyle romanesk bir kilisenin inşasıyla başlayan ve 1755 depreminde kilise yıkılınca yerine barok bir tane inşa etmeye karar veren Portekizlerin sonunda dönemin hemen her mimari akımını birleştirerek ortaya çıkardıkları ilginç bir mimari örnek. Kale ise -Castelo Sao Jorge- 9. yüzyılda emevilerin, 12. yüzyıldaysa hıristiyanların yaptıkları eklerle bütün şehri ayaklarınızın altına seren enfes bir yapı.

Lizbon sadece Lizbon'dan ibaret değil. Çevresindeki kasabalar da bu şehre ayrı bir değer kazandırıyorlar. Her kasabaya ayrı bir istasyondan gidildiği için istasyonları iyi bellemek gerekiyor. Bu kasabalar arasında bence en güzeli olan Sintra'ya Entrecampos istasyonundan sürekli kalkan trenlerle yaklaşık 1 saatte gidiliyor. Sintra'ya vardığınızda istasyonun hemen yanından 434'e biniyor ve biletinizi kaybetmiyorsunuz. 4 avroluk bu biletle şehrin tek hattını dolaşan bu otobüse dilediğiniz gibi inip binebiliyorsunuz. Sintra'nın pazarı, pazarlık yapmasını biliyorsanız Lizbon'daki pazarlardan çok daha hoş. Palacio Nacional hala şehri kontrol ediyor. 13. yüzyıldan itibaren herkesin dışını koruduğu içineyse kendince ekler yaptığı bu sarayın her odasının ayrı bir hikayesi var. Kraliçeleri aldatan kralların yaptırmak zorunda kaldıkları dekorasyyonlar, soyu tükenen ailelerden kalma tahta işlemeler ve kraliyete verilen hediyeler. Alfonso'nun kardeşi II. Pedro tarafından hapsedildiğinde tutulduğu oda da burada. Ardından meşhur Castelo Dos Mouros yani kale duvarları geliyor. Çok da güvenli olmayan bir tırmanışla ulaşılabilen kulelerinden görülen manzara kaçırılmamalı. Masal şatolarını andıran Palacio Nacional de Pena ve Monserrate sarayı da görülmesi gerekenlerden.

Lizbon'dan ulaşılabilen bir diğer kasaba da Cascais. Tam bir sayfiye mekanı olan Cascais her halde Portekiz'deki en lüks yerleşim birimi. Avrupa sosyetesinin yatlarıyla geldikleri bu liman lüks mağazaları, pahalı restoranları ve okyanus manzarasıyla benim gibi beş parasız geziyorsanız çantanızla sandviçinizle ve suyunuzla gitmeniz gereken yerlerden. Lisbon'daki Cais do Sodre istasyonunda 15 dk.da bir tren kalkıyor Cascais'ye.

Yanılmayın diye söylüyorum, Lizbon'da nehir kenarına indiğinizde aklınıza boğaz gelecek ve karşı kıyının da dev İsa heykeliyle Lizbon'a dahil olduğunu düşüneceksiniz ama hayır. Lizbon dendiğinde kıyının tek bir tarafı kastediliyor. Diğer kıyıyla ilgili bir soru sorduğunuzda insanlar sizi anlamayabiliyorlar. Karşı seyahat feribotlar ve vapurlarla yapılıyor. Oldukça hoş ama diğer taraf merkezden çok farklı. İsa heykeli dışında da görecek başka birşey yok.

Porto
Porto'ya uçmak kadar gereksiz birşey olamaz. Lizbon'dan trenle dört saate gidilen Porto hem yolunun manzarası hem de havaalanı işkenceleri ve Porto havaalanının şehre uzaklığı düşünüldüğünde en rahat raylı sistemle gidilen bir şehir. Ucuz ve kaliteli -ne yazık ki çoğunlukla tatlı- şarap ve güzel manzara. Yalnız balık yerseniz nehirden değil okyanustan geliyor olmalarına özen gösterin.

Porto ne yazık ki tepelerin yan yana dizildikleri bir şehir olduğundan yürüyerek gezmesi oldukça yorucu. Adını İspanya'da doğan ırmaktan alan Douro bölgesinin cevheri olan şehir şarabının yanı sıra saat kulesi, abartılı barok kiliseleri, dar sokakları ve öfkeli kadınlarıyla meşhur. Porto'nun kendisi tarihi boyunca her kurala baş kaldıran denizciler tarafından kurulduğu için asiliğiyle meşhur. Ama 1628'de kumaş vergisi yüzünden belediyeye saldıran kadınlar ve ilerleyen yıllarda ülke tarihindeki kadın hareketlerinde şehrin önemli rol oynaması Porto'ya kadınlarına karşı dikkatli olunması gerektiği gibi bir ün kazandırmış.

Porto'nun anahtar mahallesi Ribeira. Sao Francisco Kilisesi, Misericordia ve Arap salonu denilen balo salonuyla -ben ilgi çekici bulmadım ama benden önce gidenler bana çok övmüşlerdi- saray ve nehre doğru inildiğinde Riberia meydanı. Asıl mesele de o meydan -karşısında her birinde bedava tur atabileceğiniz şarap mahzenleri var- zaten. Çünkü Eiffel'in en başarılı yapıtlarından biri olan Dom Luis I köprüsü orada yer alıyor. Köprüyü yürüyebilirsiniz ama bence üzerinden geçen tren/metroyu kullanmayı tercih edin. Ribeira'nın hemen kuzeyindeyse -bu kuzeyinde lafından yazılarda nefret ederim ama Porto'da bu kafanızı kaldırıp görebileceğiniz mesafe demek- Kale yer alıyor. Ben şehrin en az reklam görülen yeri orası olduğu için kaleyi kuleden de köprüden de daha çok sevdim ama gezin görün, siz karar verin. Bütün nehir kıyısı dev reklam panolarıyla donatılmış ve insan ister istemez rahatsız oluyor. Şehirde her adımda yeni bir tepeyle karşılaştığınızdan etrafı dolaşmanın en iyi yolu şehir turu yapan in-bin otobüslere bilet alıp onlarla seyahat etmek.

Porto, ticari bir şehir olması nedeniyle de olsa gerek Lizbon’dan genel olarak daha pahalı. Restoranlardaysa yemek saatlerini geçirdiğinizde doğru düzgün yiyecek bulamıyorsunuz. Bu neden öğle yemeği saatlerine dikkat edilen bu şehirde yemeğinizi 1-3 arası yemeye kendinizi alıştırsanız iyi olur. Elbette balıklar enfes ve elbette şaraplar hoş. Ancak öyle çok fazla restorana rastlayacağınızı düşünmeyin. Özellikle merkezde çok fazla kafe olmasına karşın restoran sayısı o kadar fazla değil. Daha doğrusu bir sokakta dört tanesine rastlarken sonraki onlarca sokakta tek bir taneyle bile karşılaşmayabiliyorsunuz.

Özetle, Portekiz Avrupa'nın belki de en ucuza seyahat edilecek şehri. Ülke ekonomisi çok iyi olmadığından -benim konuştuğum Portekizler AB'yi suçluyorlardı çoğunlukla- herşey çok ucuz. Yemekler lezzetli, müzikler aşırı turistik mekanları seçmediğiniz sürece hoş, fado dinlenen mekanlarda ya da tavernalarda fiyatlar çok sarhoş olduğunuza kanaat getirmedikleri sürece mönülerdekilerle aynı, ulaşım kolay -tepeleri çıkmak için asansörler bile var. Ve ekim ortasında bile yaz güneşi parıldıyor. Daha ne istenir bilmiyorum...


Z. Heyzen Ateş

14 Ocak 2008 Pazartesi

Otopsi 2




Otopsi 2

l.

Sarhoş limanlarda yapılmış kötü bir dövme gibi omuz başına yapıştırdığın ad ateşle arındırılmış keskin bir bıçak gibi geçmişini kesiyor çizik çizik. Evcilleştirilmiş sözcüklerle kendine bir dünya kurmanı öğütlüyorlar sana, bu yüzden, sana ait olmayan vahşi bir soyluluk dünyasının kapısını aralamak adına sözcük aşırmaya yeltenişin.

Veya anaerkil bir manifestonun ardından şaraplı horoz yemeği öğrenmek. Öykünün en can alıcı cümlesi.

ll.

Demokratlaşma boğa güreşçisinin attan yere indirilmesi ve yayalaştırılması ile (mi başlar yoksa onun bir soncu mudur?) başlar der kitaplıkları ezbere bilenler. Gezgin ruhlarının saptamalarını anka kuşunun kanadından koparılmış tüylerle yazarak ölümü kişiselleştirir, can sıkıntısının tarihçesini yazmaya kalkarlar.

lll.

Bataklıklardaki sazlığın orta yerinde yaşanan yanılsamaların bir yüzü vardır elbette.

Okyanus aşmış tuzakçıların yoksunluklarını üstü örtülü bir biçimde efendilerine kurban eden yaltakçı bozkır kraliçesi af diledi; “deneme, deneme… bir iki üç, bir iki üç” diye saydırarak yeni ürünlerini tanıttı halkına.

Usta vaizlerin boş egolarından yırtılmış konfetilerin düetlerini saklayan bu sazlıkta, uysal olan hiçbir şey yok. Beni gökyüzünde bırak git demiştin. Uyarılmış gözbebeklerinden çıkıp gelen yanlış basılmış notalar ve sözcüklerle verdiğin vaazlar ölümler getirmişti kapımıza. Eylül gelince aniden yalnızlığımız da geldi peşi sıra, acının ağır yüzü dikenlerden yapılmış çelenkleriyle uykularımızı böldü.

Evet, sırf bizim için yaptı bunu neşter.

lV.

Asılmış adamlar meydanını geçince efendisini bir gün burada asmayı hayal eden gökyüzü avcısı kılıçtan bir soğuğun kuşun bedenini nasıl yaraladığını bilmez. İşte o anda ortaya çıkan ve inlemeleri tarih olmuş haşin suratlı bir misyoner dana eylül gelmeden başakları mermerleşmiş ekinlerin ağlamaklı sesini trompetçinin nota sehpasına koyar.

Bunalımların, ortaçağdan gelen kabuslar gibi büyüdüğünü bilseydi onlara düşlük etmezdi elbette. Devrimlere alt yazı geçelim ki simyacılarımız tereddütte kalmasınlar.

Z. Heyzen Ateş

Otopsi 4



Otopsi 4

l.

Yapay kaldırım taşları ile döşenmiş daracık sokaklarıyla solak bir şiirin gülü olmuş kutsal şehirlerin öldüğü topraklardan geldin sen. Anlaşmazlığın delilik ve sakatlıktan; perdelerin has ipekten yapılma. Satıcılar kurtarıcıların. Yapayalnızlığının matemi kendini doğuruyor çürüyen yaralarının üzerinde. Götür toprağa ver kendini, göm ki zehir dağılmasın.

Ve artık bu sır benim.

ll.

Kurtarıcılarının kanını taşa kazınmış padişah çağlarına sürüp fener alayındaki hokkabazlar gibi ürperişlerini ve hastalıklı tedirginliklerini renk sarmalında yok etmeye kalkıyorlar.

Zavallı genç kız. Mayalanmış kabuslar. Mayalanmış esaret.

Firariler ikiyüzlüdür hep.

lll.

Aktör acımasızlığıyla dünyayı yıkarken dekorun kibar bir kumpasından yaratılmış yanılsamalar çevreni sarar. Sarı hıçkırıklar tutar istemesen de.

Panik kılığına girmiş yürek satıcısı eskitirken gökyüzünün kendine ait olmayan bir parçasını, karanlığa gülümser hırslı bir ışık.

Çok geç kaldın. Çok geç kaldın. Çoktan karnavala gittiler.

Umursamazlık gökyüzünün işi değildir. Aşklar gökyüzünün işi değildir. Cassius da haksızdır, Sezar da.

lV.

Sayrılarına günaydın dersen bil ki bir dörtnala at koşturman gerekecek dünyanın peşinden. Sapkınlığın soykütüğü acımasız bir batılılık taşır bu topraklarda. Örtünen sözcüklerin yırtıcı taşkınlıkları köleliğin aptal açıklamalarına taş atarak yangının kurallarını geçersiz kılar en ümit verici durumda bile. Yalanı görmenin zorluğu kaosun kan tutmasıdır ki hep cinayet yerine döndürür eski tutkuları.

Taklidi zordur yalnızlığın.


Z. Heyzen Ateş

Otopsi 1





Otopsi 1

l. Devrimin otopsisi

Siperler süngülerin sarayları olduğunda kan tutar aşıkların eşitsiz sevme yasalarını ve can çekişen mutluluğun çevresinde tüten battal boy hayranlıklarını. Işığın aşındırdığı kaya parçalarının zamana takılıp kalmış gürültülerini korumayı çetin bir aşkın bölünmez bütünlüğünü korumak sanan dalkavukların ısrarcı ötelemeleri bir öğle vakti kırılıverir ortasından.

Çağlar çağlar ötesinden seyredilen bir pencere.

Hiçbir şey vazgeçilmiş şarkıların tutkusunu geri getiremeyecektir elbette. Düğüm üstüne düğüm. Kimse ışıltısız kar tanelerine sevdalanmasın artık.

Mucize büyücüler teker teker çekilecekler tarih sahnesinden.

ll. İnancın otopsisi

Ey tanrım, korkularımız sana kul olmanın en usta bileşenidir; cehaletimiz korku üzerine öğle sıcaklarını cehenneme çevirerek secde ettirir toprağa bizi, en çorak toprağa hem de. Kaldı ki işte tersine bir zamana yolculuk etmiş gibi görünen ve denizlerin yırtıcı martılarına kendini adamış tek gözlü korsan aşkların alaturka isyancılarıyız biz. Titrek bir gürültü etrafını kuşatınca edilgen yüreklerimizin, dağılıp toz bulutu oluruz bir gecede.

Bakışlar acıdan ayırıyor hüzünleri.

lll. Çok okunan yazı/metinlerin otopsisi

Ayrıksı otlar gibi sağanaklar sağanaklar... Ağzımdaki o yangın kokusunun görmeyi ertelediğim sonsuz barikatları... Uykusu gelen gökyüzü karartır ölümün yüreğini. Öykünün betimlediği serkeş ruhların tahıl ambarından toparlanmış kötülük ve atadan arta kalma yoksulluk içermediğinin kanıtlarını bulmak iş değildir.

Her öykü içindeki en zayıf sözcük kadar güçlüdür.

lV. Benim otopsim

Yırtık pırtık egoların kurdukları düşlerin renksizliğiyle ve cebinde taşıdığı cesetlerin ölçüsüzce büyüttüğü temel acılar toplamından büyük öcülerin yarattığı korkularla beslenen görkemli cenaze törenleri hazırladık. Kendi cenazemizin. Geçmişte her yerde olan ölüm artık sadece kül olup giden çağın peşine takılmış anlamsız bir kortejdir. Bir yanında türban az ötesinde apolet sarmalı içinde zavallı bencil bir yok oluştur. Sadece daima ve sadece köleliğimizi terk etmenin olağanüstü zorluğudur.

Bilmenin gündemi gerçeğe yer açmaktır. Yaşamda ya da ölümde.

Z. Heyzen Ateş

12 Ocak 2008 Cumartesi

Arjantin

Arjantin

1 Dik açı 90 derecede kaynar

Henüz ev aramaya başlamadım. Yanımda olmalarından rahatsız olmadıklarımla mı yoksa yanlarında olmamdan rahatsız olmayanlarla mı ev tutmalıyım emin değilim. Ve Madame Maria’nın evi kişinin kolay kolay terk etmek istemeyeceği bir ülke gibi. Eskiden İspanya’da yaşıyormuş, emekli olunca ailesinden ona kalan bu eve yerleşmiş. Klasik mimari taklidi bir yapı olan ev çok büyük olduğundan birkaç yıl önce üniversitedeki Arjantin dışından gelen doktora öğrencilerine odaları kiralamaya başlamış. Zaten önceden o soğuk ve keskin bakışlarının karşısında durabileceğinizi ispatlamadan bu eve yerleşebilmenizin imkanı yok. Diğer çocukların izniyle de ara dönemlerde ya da herhangi biri bir süre için başka bir şehre gittiğinde odayı benim gibi –içerden biri tarafından önerilen ve kendisinin iyice sorgudan geçirdiği – kısa süre kalacak insanlara kiralamaya başlamış. Kira diyorsam ciddiye alınacak bir rakam olmadığını belirtmeliyim. Ama bir avuç garip insanla aynı evde yaşamanın bedeli bu sanırım.

Kıştan yaza geçmek, türkçeden ispanyolcaya geçmek –evde İngilizce yasak, ancak dışarı çıktığımızda konuşabiliyoruz- gerçek dünyadan hayal dünyasına dalmak. Bu dünyayı ben kurguladım ve/veya benim için kurgulandı. Şimdi gerçek.

Bu koşullar altında ilk kez şimdiye kadar rastlamadığım ölçüde rahatsız edici ırkçılık olaylarıyla karşılaştığımı söylersem son birkaç yılda avrupanın ne kadar değiştiğini gözlemlemiş olanlara garip gelmeyecektir. Nüfusu uluslararası bir güruhtan oluşan bir ev içerisinde Arjantinlilerle ne kadar anlaşıyorsam – ki sayıları çok az- Avrupalılarla da o kadar sorun yaşıyorum. Sorun yaşıyorum çünkü kapalı cümleler, imalar ve portakal suyuyla ilgili bir sorunun bile avrupanın politik açmazlarını tartışmaya başladığımız uzun ve sıkıcı diyaloglara dönüşmesi gibi saçmalıklarla uğraşmak zorundayım. Çok bencilce yazıyorum: Bu sorun hep vardı ama kendimi “türk” kimliğinin dışına taşıyıp (Müslüman kimliğinden kurtulmak daha kolay benim durumumda bu nedenle bahsetme gereği duymuyorum) “heyzen” kişiliğinin insanların aklında yer etmesini sağlamam zor olmazdı. Şimdi oluyor. Sıfat, tamladığı öznenin önüne geçiyor. Bundan hiçbir zaman hoşlanmamışımdır- iyi ya da kötü- ama bu sefer rahatsız oluyorum. Bununla Arjantin’de karşılaşmaktan rahatsız oluyorum.

Amerikalılar bu konuda farklılar. Onların ırkçılığı avrupanınkine kıyasla çok daha tehlikesiz. (Bunu söylerlerdi ama ben yeni anladım). Açık ve en kaba haliyle kendini gösteren gerizekalılığı orada olduğunu bildiğim ama göya zekice cümlelerle, laf sokmalarla veya ufak hareketlerle kendini gösteren gerizekalılığa tercih ederim. Şimdi böyle yazınca büyük laflar gibi görünüyor ya da büyük hareketler, tavırlar gibi .. Değil. Sadece satır araları. Ama can yakıyor.

Bencilce konuşmaya devam edeceğim. Çünkü bu düşüncelerin, benim düşüncelerimin –ve düşünme biçimimin yargılaması en yalın haliyle başkaları tarafından yapılmalı- Önce böyle değildi. Önce de vardı ama benim gibilere sıçramazdı. Sırt çantanız, yollarda sürtmekten parçalanmış postallarınız veya Burroughs sevginiz, Baudrillard’ı onlardan daha iyi bilmeniz herhangi bir tavır entelektüel platforma ya da bireysel maceralarınıza çekildiğinde sizi korurdu. Size dokunulmazlık kazandırırdı. Artık kazandırmıyor. Eskiden onların entelektüelleri entelektüeldi; artık korkuyorlar. Sizin var olma haliniz eskiden onların kafasında “acaba” uyandırmaya yeterken artık tehlikeli geliyor. Ben “kabul edilebilirim.”. Eskiden bu kabul edilmeyi getirirdi beraberinde şimdi bir numaralı tehdit unsuru yapıyor. X-Files’ın bir cümlesi vardır: “Dikkat aramızdalar”, diye. Misal bu misal. Dünya dünyalıların, uzaylıları istemiyoruz.

Arjantin’le ilgili bu yazının Avrupalılar üzerine olması garip gelebilir. Gelmemeli. Nothomb’un bir kitabında kadın karnındaki bebeği hıçkırık tuttuğu için kocasını vurur. Polislere de “ona Sophie ya da Paul gibi sıradan bir isim verecekti (isimleri attım şimdi, hatırlamıyorum orijinalleri neydi) Onu sıradan bir hayata mahkum edecekti bu isimlerle. “ minvalinden bir açıklama yapar. Heyzen değil ama Zeynep adı bu etkiyi yaratıyor insanlarda. Diğer Müslüman adları gibi.

Fransa’da Müslümanlar iş bulabilmek için başka adlar alıyorlar kendilerine, Fransız adlar. Ben de oturup bu yazıyı yazıyorum. Ne olacak, benim dünyam zaten kendi seçtiğim insanlarla tamamen sınırlanmış olduğundan buradan taşınarak bu sorunu çözmüş olacağım ve önümüzdeki iki üç yıl, Arjantin’de kaldığım süre içerisinde de şansım yaver giderse fazla bir Avrupalıyla muhatap olmak zorunda kalmayacağımdan benim için konu kapanmış olacak. Zaten bir şeylerin savaşını vermek gibi ihtiyaçları olmayan bir kuşağın makul ama mantıksız üyelerinden olduğumdan yarın öbür gün ciddi bir sosyal uyanış geçirmem dışında herhangi bir risk de görmüyorum tüm bunların başımı ağrıtması için.

“Mono” denilen bir Macar var evde. Evin gayrı resmi habercisi. Sürekli odasında olduğundan ona not bırakabiliyorsunuz, o da herkese iletiyor. Bu sabah türk olduğunu söylemen gerekmezdi dedi. Haklı. Söylemediğim takdirde herhangi birinin tahin edebileceğini zannetmiyorum. Neden söyledim, bunu da kavrayabilmiş değilim. Özellikle saklama alışkanlığım olan bir bilgi değildir, arada dalga geçmek için Burma’lıyım, Siera Leone’liyim falan desem de. (Bu da ilginç mesela, siyah olsam bu ülkelerin vatandaşı olmak aşağılanmama yol açardı ancak beyaz olduğum için bir anda “kendilerinden” geliyorum insanlara. Arada da birkaç zibidi çıkıp ırkçılıkla ilgili derin konuşmalar yapıyor benimle. Hayatımın ufak eğlenceleri.)

Garip biri oldum. Arjantin’e gidip balık tutacağım demiştim gelirken. Pazar günleri balığa gidiyoruz genelde. Tutamıyorum, balık tutma konusunda hiçbir becerim yok. Ama iyiyim. ABD’li suçluluların ya da Grisham karakterlerinin niye sürekli Arjantin’e kaçtıklarını gayet iyi anlıyorum..

Z. Heyzen Ateş

Son Çıkış Hakkı

İyi kitap arşivlerinden birine sahip olmakla gurur duyarım. 3 dilde arşiv tutarım -şimdi lehçe de eklenince dört oldu gerçi-. Kitaplarım konularına göre düzenlenmiştir, en sevdiğim başlıklardan biri de kendini öldürme hakkı ya da "final exit"'tir. Dünyada yüze yakın kitap var bu alanda basılmış. Ben yaklaşık 8 yıldır bu konuyla ilgileniyorum ama kitapların sadece 27 tanesine sahibim.bunların dışında makale ve araştırma dosyalarım da var.. Yayıncı bir arkadaşıma bu kitapların neden türkçeye çevrilmediğini sorduğumda (çoğu dünya listelerinde uzun süre 1 numarada kalan kitaplar bunlar) "biz basarız ama toplatırlar" demişti. Her halde haklıdır.

İntihar etmeyi hiç düşünüp düşünmediğim sorulacak olursa çok ciddi bir yanıt veremem. Açıkçası hiç "o anda intihar etmeyi" düşünmedim ya da "hayatın ızdırabından" ölerek kurtulmak gibi bir hevesim olmadı. Benim eğilimim daha çok birgün kendimi öldürmeye karar verirsem -ya da bu gerekirse- gerekli yöntemlere vakıf olmak üzerineydi. Hala da öyle. (Dramaturg işte , başka ne beklenir ki.. )Yaşamayı çok matah bulduğumdan değil, tembel olduğumdan. Kendimi öldürmek zorunda kalmadığım sürece ya da duygusal sürüklenmeler nedeniyle böyle bir işe girişmeyecek kadar tembelim, tembeldim ve tembel olacağım. Buna karşın sokakta intihar klüpleri falan olsa keşke diye düşünmüyor da değilim.

Kevorkian, Amenabar vb.. sayesinde/yüzünden dönem dönem medyaya düşer bu konu. Bizim medyaya değil elbette. Ama eğlencelidir bu tartışmaları takip etmek. Her gün yeni yöntemler keşfedilmesi de bence başlı başına hayranlık duyulacak bir konu. Ötenaziyi tartışmıyorum bile, bence ötenaziye karşı olmak sadece ve sadece geri zekalılık göstergesi olabilir ama genel olarak son çıkış hakkı denilen hakkın insan hakları kapsamında yer alması gerektiğini ve mahkemelerin artık insanları rahat bırakmaları gerektiğini düşünüyorum.

Ölmek hakkı insanın seçme hakkına girer mi.. Yasal olarak çoğu ülkede girmiyor. Fransız parlementosu bu konuda adım attıysa da sınırlar ne yazık ki bir türlü çizilemiyor. Bilmeyenler için özetle nedir son çıkış hakkı: Ölümcül bir hastalığın son aşamasındaki ya da son aşamasına gelmeden hastanın tedaviyi reddeip -ya da tedavi yanıt vermemeye başlayınca- fiziksel acı başlamadan; akli ve fiziksel aktiviteler yok olmadan ölmeyi seçebilmesi. Assisted suicide da deniyor. Bir doktor gözetiminde gerçekleşen hareket filme alınıyor ve enjenksiyon düğmesine hastanın kendisinin basması gerekiyor.

Kürtajla benzer tartışmalar yaşanıyor bu konuda; en büyük karşı grubu da dinibütünler oluşturuyor. Birey'in hak ve özgürlükleri tartışmasında yine belirsiz sınırların yarattığı paradokslar.. Örneğin bu ülkede neden insanın cesedinin yakılma hakkı yoktur hala anlayabilmiş değilim..

Ve diğerleri...

Bunun dışında kaza sonucu bu eylemi yapamayacak hale gelecek olursanız fişinizin çekilmesiyle ilgilenecek kuruluşlar var. -Arkadaşlarınıza güvenmeyin ya da onların başını belaya sokmayın derim ben- Bazıları dünya genelinde hizmet veren bu kuruluşlara yıllık çok düşük bir meblağ karşılığında üye olabiliyorsunuz (kaza sonrası müdahale etmeleri için; hepsini bilemem ama ERGO ve Final Exit'in işlemi gerçekleştirdiğini biliyorum).

20'den fazla ülkenin bu alanda hizmet veren kuruluşları var. (liste için www.worldrtd.net).

İntihar etmek koay bir eylem gibi görünebilir. Değil. Bahsettiğimiz işin düşünce kısmıyla hiçbir ilgisi yok, orası beni ilgilendirmiyor. Ben işin "nasıl"'ıyla ilgileniyorum. Örneğin aşırı dozda ilaç almak işe yaramıyor çünkü ilaçlar kusturuyor. Bilek kesmek çok uzun ve acılı üstelik yatay değil dikey kesmek gerektiğini bilmediklerinden insanlar (ya da suda olması gerektiğini bilmediklerinden pıhtılaşma oluyor ) sağ kalıyorlar; boşuna acı çekmiş oluyorlar. Uzun araştırma listelerim ve röportajlarım var bu konuda. (Çeşitli akıl hastanelerine yolum zaman zaman düştüğünden bahçede dolaşırken vakit öldürme yolları). Hemen her yöntemin bir doktor (veya bilen kişi) gözetiminde olmadığında açmazları var. Bir keresinde silah bulamadığı için kurusıkıyla beynine ateş eden biri üzerine bir makale okumuştum. Aptal yöntemlerden bir daha.

Bugün çoğunlukla heterojen yöntemlerin işe yaradıları savunuluyor. Ynai 1'den fazla yöntemin aynı anda denemesi. Bu yöntemlerden bir mutlaka damardan barbütrat almak. İkncil olarak ise boğulmaya sebebiyet verecek yöntemler seçiliyor. Kafay plastik torba geçirme fikrinin en büyük dezavantajı barbütratlar tam etki etmeden yaparsanız panik nedeniyle torbadan kurtulabilecek olmanız. İnce bir zamanlama işi kısaca. Zaten bu nedenle bu yöntemler "assisted" gerçekleştiriliyor.

Bu organizasyonlar aile karşıysa ya da akli yeterlilik yoksa hareketi gerçekleştirmiyorlar. Yani çok geç karar verildiğinde kişi şansını kaybetmiş oluyor. Birilerinin İstanbul'un sembolü yok diyerek Mevlana heykeli dikme hakkı varsa benim de kendimi öldürme hakkım olmalı diyor bu konuyu da böylece kapatıyorum.

Z. Heyzen Ateş

WEBART

WEBART

Webart kelimesine baktığınızda bir çoğunuzun web ve art kelimlerini bir çırpıda seçebildiğine eminim. Anlayabileceğiniz üzere "webart" internette yer alan sanat çalışmalarını kapsayan bir alt başlık; son on yılda kendini ortaya koymuş yeni bir üretim biçimi.

Picasso'nun Guernica'sını internete koyduğunuzda webart oluyor mu peki'? Elbette hayır. Şunu anlamak gerekiyor, bir işin-sanat eserinin yer aldığı platform değil, içinde ve içine üretildiği platfor o sanat eserinin sıfatlarını belirler. Bu belirlemede en önemli etkenlerden biri de kullanılan malzemedir. Webart'ta kullanılan malzemenin temelini rakamlar, 1 ve 0'lardan oluşan bilgisayar kodları oluşturur.

Eser, internet ortamı üzerinde ve internet ortamı için hazırlanmış olmalıdır. Bu tip işleri bazen galerilerde ya da sergilerde açık bilgisayar vasıtasıyla izleyicilere sunulmuş olarak bulabilirsiniz. Açık bir bilghisayar vasıtasıyla diyorum çünkü webart işleri devingendirler. İnternet oratmının interaktif projeler üretmeye ne kadar elverişli olduğunu keşfeden genç sanatçılar tarafından üretilmektedirler.

Bu da bu sanat alt başlığının ikinci ve onları diğer sanat eserlerinden bir gömlek üstün kılan özelliğini ortaya koyar: İzleyicinin söz hakkı vardır. İşler, izleyicinin söz hakkı düşünülerek tasarlanmıştır. Onun seçimlerine göre değişirler. Gerçek hayattta yer alan sanat eserlerinin bu etkiyi yaratmaları zordur -her ne kadar özellikle Hollanda'da bazı galeriler izleyicinin yürüe yolunu kontrol etmesini/seçmesini sağlayarak resimler ve fotoğraflarla farklı öyküler elde etme gibi yollara baş vuruyorlarsa da bunun etkisi aynı değildir.

Çeşitli fotoğrafların, kısa metraj film karelerinin, dijital tasarımların, 0 ve 1'lerden oluşan programlara yerleştirilerek hazırlandığı bu işler çok uluslu ve birçok türde eserler hazırlayan insanların bir prgramcı eşliğinde bir araya gelesiyle hazırlanıyor.

İnternette bu tür işlerin yer aldığı en önemli platformlardan biri http://adaweb.walkerart.org . Ne yazık ki türk sanatçılardan çok azı bu tip işler ürettiklerinden ve üretenler de ingilizce üretmeyi tercih ettiklerinden içinde tekstlerin yer aldığı ürünlerin genel dili ingilizce. Ancak özellikle Group Z (Zuper) olarak kendini adladıran ve üyeleri projelere göre değişen ama çoğunluğu Belçika kökenli grubun işleri benim favorilerim.

Bu işlerin çoğunun altında ciddi felsefi metinler ve sosyal gözlemler var. "İ confess" (itiraf ediyorum) işinn parmaklıların kapanmasıyla başlaması, Love (aşk) isimli işin bir bulmacaya benzemesi hep bilinçli yapılmış tercihler örneğin. İzleyiciyi de bulmacayı çözmeye ve düşünmeye zorunlu kılan eğlenceli ve hatta sürükleyici projeler bunlar.

Webart'ın bir diğer özelliği de sanatçıya geniş bir özgürlük sunması. Çünkü çoğunlukla çok az bir maliyet gerektiren bu tip projeler yapmak için yetenek yeterli. Normalde ürettiklerinizi sunmak için ihtiyaç duyduğunuz galeri vb gibi ekonomik yükümlülüğü olan mekanların yerini internet aldığından kendisinden başka kimseye karşı bir sorumluluğu olmuyor sanatçının.

Ayrıca projeler internet ortamında olduğu için dünyanın dört bir yanından ilgilenenlerin ulaşımına da açık oluyor. Kelimenin tam anlamıyla "dünyaya açılmış" oluyorsunuz. Ve bu tür projelerle ilgilenenlerin sayısı da gün geçtikçe arttığından (kimi için sadece bilgisayar başında oturmaktan sıkılmaktan kaynaklansa da bu merak) az biraz bilinen bir internet sitesi her gün ortalama bir müzenin bir kaç katı insan tarafından ziyaret ediliyor.

Dileğimiz elbet bir gün türk sanatçların da işlerinin bu tip platformlarda dünyaya sunulması, bu şekilde üretilmesi. Ama belki de sanatın klasik anlamıyla bile yerine tam oturmadığı bir hedef kitlesini de sanatçısını da oluşturamadığı bir zamanda bu çok fazla şey beklemek oluyor...

Z. Heyzen

Sierra Leone Notları -herkesin derisinin rengi ne olursa olsun zenci olduğu ülke

1. Havaalanında para isteyen çok olur. Verecekseniz illa, çantanızı taşıyana vereceksiniz. Gümrükte bir eşyanız takılırsa hiç çekinmeden gümrük memurunun eline birkaç kuruş sıkıştırın. -Asla çok büyük para değil, 5-10 dolar arası kafidir- . Ne diyeceğinizi bilirseniz onu bile vermenize gerek yok ama söylemem ne deneceğini.

2. Havaalanından şehir merkezine helikopter ya da hovercraft ile gidiliyor. Helikopter fiyatı 37 dolar. 20dk. sürüyor.

3. Şehir merkezi Cotton Tree. Yol tarifi sorduğunuz kişi sizden tarif için para isteyebilir, şaşırmayın ve hatta doğru tarif almak istiyorsanız verin. Yaygın olarak ingilizce ve kreo konuşuluyor.

4.Cotton Tree aynı zamanda ülkenin sembolü olan ağacın adı. Çevresini el ele tutuşmuş 30 kişi falan anca sarabiliyor.

5. Ulaşım için bir taksiciyle günlük anlaşmak en akıl karı olan. Dolmuş ve otobüs var ama kullanışlı değilller. Taksi çok ucuz. Aslında herşey çok ucuz.

6.Tukkah beach, river number two beach tavsiye gezilebilecek mekanlar. Ben oradayken elmas madenlerini göreceğiz diye gidip vurulan turistler olmuştu. Hani ben söylemiş olayım da. Banana İsland'a gidilmeli ve yolda tekneciden alet edevat kiralayıp balık tutulmalı. Bu da herşey gibi pazarlığa tabi ama 8 dolar civarı birşey tutuyor.

7. Fahişelik her yerde ve her şekilde. Beyazsanız herkes sizinle güle oynaya yatar ve sonrasında da parasını ister. Ortalama fiyatın 70 dolar olduğunu söylediler. (Bu sefer röportaj kapamadığım için tam rakamları bilmiyorum, kadınlarla muhatap olmuyorlar; röportaj için de para vermeyi sevmiyorum çünkü o zaman ne istediğinizi düşünürlerse onu söylüyorlar.) Bir yerde "bu kız benden hoşlandı" falan gibi hayallere kapılmayın. Yok öyle birşey. Bu iş her koşulda parayla çünkü kadınların başka doğru düzgün gelir kaynağı yok. Ama okuma yazma bilmeyenler bile nasıl korunmaları gerektiğini biliyorlar. "Yaşasın emperyalizm"'in buradaki adı parasını verirsen herşey senin.

8. Hemen her barın bahçesinde uyuşturucu satılıyor. Yani çocuğunuzu tek başına Sierra Leone'ye yollamayın -niye yollayacaksanız?!..

9. Gece hayatı 12'de başlıyor. 12'den önce doğru düzgün yer yok. Sabaha kadar sürüyor. Televizyonlarında 10 kanal olmadığı için gece çıkıp içmekten başka aktivite de var diyemem. Her vakit taksi bulunuyor. Gece tarifesi gündüz tarifesi yok, herşey pazarlığa tabi. En pahalı hali bile çok ucuz.

10. Irk ayrımcılığı falan yok. Herkes zenci. Beyazsa da zenci.

Dip not: Geçenlerde biri bana nasıl olup da parasızlıktan yakınıp bu kadar gezdiğimi sordu. Bununla ilgili mailler aracılığıyla soru soranlar da oluyor. Yanıt basit: Kazandığım parayla Türkiye'de yaşamam mümkün değil. Gittiğim ülkelerin hepsi Türkiye'ye kıyasla hayatın çok ucuz olduğu ülkeler. Uzun süreli gittiğimde yeni bir proje gelene kadar elimdeki parayla daha rahat idare ediyorum. Olay budur.

Z. Heyzen Ateş

Prozac Nation I

Annem, ben daha 17’ime gelmemişken “kader utansın” lafını öğrenmiş, yeni sığınma alanı olarak belirlemişti. Başka da fazla seçeneği yoktu kadıncağızın. Bir yandan denge yoksunu bizler diğer taraftan sevgisinin bu dengesizlikleri kaldırmaya yetip yetmeyeceğinin kararsızlığı arasında sıkışıp kalmıştı.

Henüz 2000’leri görmemişken, yani çabuk unutulmuş ekonomik krizlerin hemen öncesinde bile artık o kadar da iyi değildi ekonomik durumumuz. Belki iyi niyetli davranıyorum “o kadar da” derken, ne de olsa düşüşümüz oldukça yüksekten olmuştu bizim; borç harç kadıncağız o kadar sert olmamasını sağladıysa da.

Hiç toparlanmadık. En azından ben hiç toparlanmadım. Bir miktar Prozac Nation çalıntısı bir hayat tasviri yapardım buraya ama çok da önemli değil. Krizlerim hiç bitmedi, her olay dev bir büyüklükte göründü bana. Hiç bitmeyen geçmiş bilançoları, bir hata olduğunu bilmek, hatanın nerede olduğunu bulamamak çünkü kendine konduramamak. Ama o kadar toparlanamadım ki en sonunda elimde sadece deliliğimi belgeleyen raporlar, hafıza boşlukları ve sürekli ağlayan bir anne kaldı. Bunlara o kadar sıkı sarılmıştım ki – gereksiz bir affedilme ihtiyacı, bunu gereksiz bulduğu için kendine sinirlenen alternatif bir kişilik. –bırakmadım. Her değişikliğin çöküşe bir adım daha yaklaştırdığı birinin daha kötüsü olamaz derken bile her türlü değişiklikten kaçınması.

Çıkmak istemiyorsunuz, buldukları her şeyi buldukları yerde bitiren metamorf karıncalara karışmak istemiyorsunuz. Ayırt etme yetisi, karanlık tarafa ve dipsiz bir çöküntüye dair de olsa depresyonla beraber geliyor.

Bu baskın olan taraf. Ayın karanlık yüzü. Önce kısa sürelerle. Geri kalan dönem bu dibe vuruştan beslenen çok hızlı ve çok parlak manik periodlar. Dünya benim. Güçlüyüm. Çoğunlukla çok güçlüyüm. Bu hissi seviyorum, ona bağımlıyım. Bir şekilde depresyona bağlı olduğunu bildiğim için en başta her tür tedaviyi reddediyorum.

Yalan söyledim. Uzun süre, tehlikeli olabilecek kadar uzun süre tedaviyi reddediyorum. Migren bazen canımı herhangi bir şeyden çok daha fazla yakıyor. Migren’i de seviyorum. İhtiyaçlar aritmatiği. Sonra karanlık zamanlar uzuyor. Hiç bitmeyen ay tutulmaları. Hiç bitmeyen güneş tutulmaları. Çevremdekilerin zavallılığı, çevredekilerin zavallılığı. Bilgi depresyonu besliyor. Algı depresyonu besliyor. Bu dünyanın sana ihtiyacı olmadığını biliyorsun. Sensiz de gider. Öyleyse neden burada durmak zorundasın. Böyle zamanlarda annemin ağlamaları beni çıldırtıyor. Boş gözlerle ona bakıyorum. Öfke. İşin aslı bu: Dayanabiliyorsam bu öfke sayesinde. Depresyon onu benden çok ender alabiliyor. Ne de olsa bir zamanlar bir şeyler yapılabileceğine inanmıştım. Üretmeye. Bunun izi ince bir bağ da olsa nefes aldırıyor. Farkında ol ya da olma; hareket edebilmek, yapabilmek, iş yapabilmek, bakkala gidebilmek, yazmak, fotoğraflamak hepsi nefes aldırıyor.

Depresyonu tatmamış birinin, gerçekten orada olmamış birinin anlamasını beklemiyorum. Acıyı en aptalcasını dahi –ve her hatayı, yanlış otobüse binmeyi bile- en derinden hissetmeyi. Hayatın buna bağlıymış ve sen kaçırmışsın gibi.

İlk psikiatristlerimin hiç birine yakalanmıyorum. Obsesyonlar, paranoyalar, hepsi depresyon denilen paket programla beraber geliyor. Ama tedavi olmak istemiyorum, manik dönemlere ihtiyacım var. Onların verdiği enerjiyi bir kez olsun tadan birinin bundan vaz geçmesi çok zordur. Biçime indirgenmek istemiyorum. Buna bağlı olan sosyal kabul kurallarını atlatmanın bir yolunu bulmak zorundayım. Buluyorum.

II

Kuralları bilen birine karşı oynamak zordur. Özellikle de oynamaya dair ciddi bir hevesiniz yoksa. Psikiatristleri atlatmak kolay. En hevesle başlayanları bile çabuk sıkılıyor. Şablonlarını biliyorum. Bir çoğundan daha iyi biliyorum. Manik dönemlerim gittikçe kısalıyorsa da hala güçlü. Planlayabiliyorum, dengemi kaybetsem de böyle zamanları sebeplendirebiliyorum. Yutacakları sebepler bulmak o kadar kolay ki. Depresyonun bir yanılsama olduğunu hatırladığım sürece –sadece bu kadarını- depresyon zamanında ne kadar düşersem düşeyim harekete geçmeyeceğimi biliyorum. Bu beni uzun süre aptallıktan uzak tutuyor. Eh, tutamayacağı zaman da tarihin bunun için biçtiği en sağlam kılıfı keşfediyorum: Alkol.

Arkadaşlarımı kandırmak da kolay. Belki bir iki tanesi hariç. Sosyal kodlar psikiyatrik kurallar gibi işliyor. Alkol ve zor adamlardan oluşan bir sevgililer güruhu. Sevgilim ne kadar zor biriyse o kadar fazla tüketebiliyorum. O kadar uzun süre dengede duruyorum ve depresyon bittiğinde – ya da o bittiğinde- başımdan atıyorum. Kırarak değil ve de üstelik zaferi bırakarak. İşim bitmiş oluyor, hala hayattayım. Bu nedenle zorlu olanları seçiyorum, onlar da hayatta kalıyorlar. Silik ve sahte ve ama başarılarla dolu zaman öldürmelerine geri dönüyorlar. Onları öldürmeyen onları güçlendiriyor mu bilmiyorum, çoğunlukla onları çoktan unutmuş oluyorum.

Sızarak aptal depresyonların geçmesini beklemek. İçerek o aptal depresyonların geçmesini beklemek, sevişerek o aptal depresyonların geçmesini beklemek. Ve evet, yeniden oyundasın. Yanılsamayı tutuyorsun. Sınırda ve tekinsiz de olsa her iki farkındalığı da bırakmayacaksın. Kural bu. Yoruyor. İşe yaradığı sürece önemli değil.

İyi bir işin var. Çok kazanıyorsun. Bunu var olmak için yeterli, normal olmanın ispatı olarak gören annen artık ağlamıyor. Onu gezilere yolluyorsun, evi toparlıyorsun, kavgalı olduğun insanlarla barışıyorsun. Her zaman yutuyorlar. Oysa ilgisizsin. Bu bir görüntü. İyi veya kötü davranmakla, olmakla, kendin olmakla ilgisizsin.

Daha bitmedi.

III

Sonra o gün geliyor. Diğerleri gibi değil. Sabah kalkıyorsun ve depresyondasın. Bu doğru. “Asıl krizler hep böyle gelir.”

Nefes almakta zorlanıyorsun, ayağa kalkmak imkansız, vücudunu hissetmiyorsun. Beynindeki ne idiyse onu tükettin. Bunu istemiyorsun ama orada. Kanadığını hissediyor ama yarayı bulamıyorsun. Öfke bitti. Öfkeyle sen de bittin. Zannedilenin aksine çaresizlik ileriye dönük bir adım olmuyor. Depresyondasın, k-2’desin, gerçek delilerlesin, onlar için dokunulmazlığın olsa bile onlardan biri değilsin. Fazla iyi biliyorsun kuralları, oraya geçmeyeceğini biliyorsun, burada olmadığını biliyorsun, ağzından salyalar saçarak televizyon başında duramayacağını biliyorsun. Bunu henüz hak etmedin – ve evet, bu ancak hak edilen bir şeydir-

Tedaviler. Alkolü bırakıyorsun. Çünkü artık işe yaramıyor. Kimseyi kandıramazsın, kendini de kandıramazsın – kendini kandırmak ancak başkalarını kandırabilmek üzerinden yürüyen bir denklemdir- . İlaçlar. Prozac sende intihar eğilimi yaratıyor –hemen kesiyorlar- valium seni öldürüyor. Senin işe yarar olmanı istiyorlar oysa. Seçeneğin yok. Bana borçlusunuz, diye düşünüyorsun, size yardım edeceğim ama bana borçlanacaksınız.

Ediyorsun da.

III

Her şey anlamını yitirdiğinde –kelimeler, hareketler, hepsinin içi boş, kafanda gitmeleri gereken yere gitmiyorlar ama boşluk güzel. Kendini kapatabilmek güzel. – yeniden kazanmak imkansız. Psikiyatristlerin aksine bunu bildiğin için başka bir yöntem deniyorsun. Filmde Ricci’nin dediği gibi, ilaçlar nefes alma alanı tanıyor. Ağırlar ve seni hiç sevmediğin bir biçimde sakinleştiriyorlar. Öfkenin geri gelmeyeceğini anladığında bunun olması gerektiğini de kavramıştın. Kabul ediyorsun. Yeterli. İşe yarıyor.

Yıllar sonra ilk kez rüyalı uykuların var. Hala dışarıdasın ama önemli değil. Rüyada dahi dışarda olmak önemli değil. Bölündün ve asla tek bir bütün olmayacak. Bir tanesini seçiyorsun. İşe yarar görünen bir tanesini.

Şimdi iş yapmak/üretmek eskisine oranla zor. O kadar hızlı değilsin, her şey o kadar kolay değil. Sıradan insanlar gibi yapıyorsun sen de . 9’dan 5’e yapıyorsun; yemek yapıyorsun; hep doğru otobüse biniyorsun. Espri yapıyorsun.. Rol değil eğleniyor olduğun. Eğlenmemem mümkün değil, ilaçlar mutluluğunu garantiliyor. Her hangi bir mutluluktan daha sahte değil. Daha az ev yapımı hiç değil. Yapan sen değilsin hepsi bu. Kötü değil. Nefes alman gerekiyor, nefes alman gerektiği sürece devam edeceksin.

Kendi vicdanın için değil, insanın hele de benim kadar pratik yapmışsa kendi vicdanıyla baş etmesi kolaydır. Lakin başkalarının yükümlülüğü senin omuzlarında olduğunda iş değişiyor. Madem sen aldıramıyorsun, onların aldırdıkları arasında sahiplenebildiğin kadarını sahiplenebiliyorsun. Hafif olanlar elbette. Anneni çok ağlattın, bu doğru değil. Ezip geçmeni hak etmeyecek insanları dümdüz ettin. Onlar için işe yarama eğilimi duyuyorsun. Acıma duygun gelişmiş değil ve sertsin. Aksi tehlikeli olurdu her halde. Ama sorumluluk bilincin var. Çok eskilerden, her şeyden, hatırlayabildiğin her şeyden (ki bu çok fazla bir şey etmiyor) öncesinden kalma. Alanını işeyerek belirledin ve başka köpekler oraya girmiyor. Belirsiz bir rahatlama var. Dışarı çıkmadığın sürece güvende olacaksın.

[Daha bitmediğini henüz bilmiyorsun.]

Z. Heyzen

İstanbul, 2004

Suudi Arabistan –ya da Girls of Riyadh

Suudi Arabistan –ya da Girls of Riyadh

Bu bir gezi yazısı değildir

Bir süre önce, seyahatlerimden birinde Susan adlı ABD’li bir arkadaş edindim. Bu yazının edebi olmak gibi bir amacı olmadığından hemen konuya geçiyorum. Susan, Suudi Arabistan, Riyad’da hemşirelik yapıyor. İlk duyduğumda bu bana çok garip gelmişti, bir Amerikalı niye gidip Suudi Arabistan’da hemşirelik yapar? O zaman bana Suudi ailelerin dini nedenlerle (erkek hastaya bakmak kıza leke süreceğinden ve evlenmesini zorlaştıracağından) kızlarının hemşire olmasını onaylamadıklarını/izin vermediklerini bu nedenle çok yüksek maaş ve çeşitli avantajlarla çoğunlukla Amerikalı hemşireleri kullandıklarını söylemişti.

İlginç detaylar: Kraliyet ailesinin çok geniş olduğunu zaten biliyordum, onlarca kuzen, onlarca ikinci kuzen, onlarca üçüncü kuzen, onların akrabaları vb.. Bu insanların, yani yarı-üst düzey ve çoğu avrupa’da eğitim görmüş Suudilerin verdiği partilerin de ününü duymuştum ama hiç birinci elden bilgim olmamıştı. İçkinin yasak olduğu bir ülkede (karaborsada viskinin şişesi 200 dolar civarı) afyon dahi içilen partilerin ne gibi sonuçları oluyor derseniz, bir yabancı için yüz kızartıcı biçimde ihraçla sonuçlanıyormuş, eğer yakalanırsanız. Ama bu partiler çok çok ender olarak basılırmış.

Arkadaşım yine de gitmemeyi tercih ettiğini, çünkü çalıştığı hastanenin her yıl yıllık maaşının yarısı kadar bir miktarı onun adına bankaya yatırdığını ve beş yılın sonunda, hiçbir sorun çıkmadığı takdirde ikramiye olarak bu parayı alacağını söyledi. İhraç edilme riskini göze alamayacağı kadar yüksek bir paraymış.

Şu garip, bundan dört yıl önce genelde ancak Beyrut’a gittiği zamanlarda bana e-mail atabiliyordu ama artık bilgisayarı var. 3 yıl önce çoğu sayfayı açamıyormuşsunuz internette ama örneğin Hotmail varmış. Şimdiyse dilediğimiz gibi kullanabiliyoruz diyor.

İnternetin ilk gelişi savaş sayesinde Suudi Arabistan’a. Ya da Amerikalılar demeliyim. Eskiden yabancı kanalları izlemeleri yasakmış –zaten yokmuş- şimdiyse yine savaş zamanı CNN’e tanınan ayrıcalık, ardından bazen sansürlenen diğer kanalların gelişi (ekran kararıyormuş birileri o sahneyi/programı uygunsuz bulmuşsa) ve artık Sex&the City bile var- konuda bu zaten. Sex&the city izlemek başı örtülü Suudi kızını nasıl bir kafa karışıklığına sürükler?

Ki en baştan beri gelmek istediğim konu da buydu. Bütün Avrupa ve ABD –henüz ingilizceye çevrilmediği halde /araştırmamı yaptım, eylülde İngilizce baskı yapılacak- Girls of Riyadh isimli kitabı konuşuyor. Sex and The city’nin Suudi versiyonu olan kitap önce Suudi Arabistan’da yasaklanmış ama sonra, Lübnan’da basılıp yok satıp, Arabistan’da karaborsaya düşünce, kitaba izin vermişler. (Bu habere internetten de ulaşmak mümkün, FT, kitap fuarı ve sonrasında gelişen olayları detaylıca anlatmış. FT ne derseniz bence şu dünyadaki en sağlam 3. kitap dergisi.)

Ben kitaptan –yine internette bulunabilecek- birkaç pasajın çevirisini okudum. Cep telefonuyla mesajlaşarak erkek ve kızların ilişki kurmaları –yanlış anlaşılmasın tamamen platonik- alışveriş merkezlerinin sosyal hayattaki rolü.. İnanılmaz. İslam’ı islami bir ülkeyi kavrayabiliyorum ama insanların ürettikleri çözümler, buldukları yan yollar ve hatta bu kapalı sistemin içerisinde gizliden gizliye ama anlaşılan gittikçe güçlenerek devam eden bir hayat tarzı benim için yeni bilgi oldu.

Arkadaşım değişimi dolaylı olarak savaşa borçlu olduklarını iddia ediyor, ben televizyona borçlu olduklarını düşünüyorum, o da televizyonun savaş sayesinde bugünkü halini aldığını söylüyor. O orada, ben değilim, belki de haklıdır ama savaştan elde edilen yarar bir şekilde rahatsız edici geldiğinden düşüncemi değiştiremiyorum. Binlerce insanın ölümü karşısında birkaç televizyon kanalının ne önemi var, diyebilirdim ama böyle de düşünmediğimden benimki gereksiz bir açmaz. Gereksiz çünkü bu benim sorunum değil.

Ama açıkçası, kitabı gerçekten merak ediyorum.

Z. Heyzen Ateş

Sert öyküler sıradağlarından.... I

bir öykünün dipnotları

“tek bir fotoğraf” diyordu Borges. Kafasındaki tüm ikircimleri alıp götürmüş ve romanının son paragrafına varabilmesini sağlamış olan o tek fotoğrafı anlatırken. Bilirsin, hani o basamaklarında atların, eşeklerin, tavukların eşelendiği, eskiden görkemli olduğu anlaşılan saray eskisinin (belki gerçekten öyledir) önündeki basamaklardan alınıp akkağıt üzerine düşülmüş bir enstantanenin vurgun yemiş halidir o fotoğraf. Ancak bundan sonradır ki bir yerli edebiyatçının penceresinden bahçesinde gördüğü tavukların ona “ilham” vermesini ve bunun anlatışının bir edebiyat türü olarak minimal sevdalanmalarla yüceltilmesini anlayabilmiştim.

- “Kediler şeker tadını ayrıt edemez” bilir misin? dedi, edebiyatçının fotoğrafla ilişkisi üzerinde yaptığı temrini özetlediğini düşünerek, biraz ötesinde uzun bacaklarını toparlayıp garip bir şekil verdiği dizlerinin üstündeki bilgisayarın çakar yalazasında ışıldayan karakaşlı kara gözlü kıza.

- “Sineklerin de beş tane gözü vardır ama hepsi de pisliklere bakar...” yaşlarının arasında değil tümüyle uzlaşmaz karakterlerinin aralarındaki inatlaşmanın deli tarafıydı bu başkasına anlamsız gelecek diyaloglar.

Yaşlı olan kıvrılıp uzandı yeniden kendi içine doğru. Ne bu kentte ne işi olduğunu biliyordu ne de bu kentte ne işi olmadığını sıraya koyarak kendini bir çırpıda harcayabiliyordu. “Tam bir yürek deliliği” işte diye düşünüyordu durmadan.... Ve barfiksin ortasında sallanıp kalan jimnastikçiden bozma cambazın ellerini açıp, çırpınıp bütün maskelerini takındığı o en vahim andaki kararlı- belirsizlik durumuna benzetti kendini (ya da içinden bir kanıksanmış, tembel bir lahavle çekerek) ve beş gözü olduğu halde sadece hep çöplükleri gördüğü suçlamasını neden hak ettiğini eğer doğruysa neden böyle bir yapısı olduğunu düşündü.

- “Bak burada bile belirleyici olan ‘eğer’ sözcüğü oluyor”

- “olmaz”...çığlık çığlığa bağırdı yapmacık bir sesle ve dehşete kapıldı Oysa bağırtı kentin orta yerindeki dikilitaşa çarpıp geri dönmüş, kaldıkları otel odasının camlarından içeri giremeyip yansımış ve sonsuzluğa asılmıştı diğer tüm çığlıkları gibi. Genç ses yaşlı ses karıştı birbirine ve asılıp kaldı kentin sıcak terletici gökyüzüne. “Nasıl, neden?” diye yazıklanırken kaçış planlarının gene tutmadığına ve prangalandığını anladı.

- -“Çingene falcı kaderimi bağlamış benim” diye mırıldandı alaylcı alaycı yaşlının yüzüne bakarak.

Yaşlı, sigaranın sararttığı bıyığını çekiştirip; “Hiç olabilmek çok zaman alan bir iştir. En zor işlerin başında gelir. “Hiç” liği arayan tanrıseverler bu iş adına tarikatlar kurup binlerce kişiye hükmetmişlerdir. Ama “ben bir Hiçim” demekle “Hiç” olunmaz. Herkes seferberlik ilan ederek kişinin bir hiç olmadığını kanıtlayan akılcı ya da akıldışı, ruhani veya cismani kanıtlar sıralayıp durur. Yaşlı, onlara seslenmenin boşuna olduğunu anlamıştı artık. Onlar aşkı cennetten kovduran yılanlardı ve işitme yetenekleri olmadığından kendisini duymazlardı. ‘Hiç’ olduğunu kabul ederlerse kendileri de ‘Hiç’ olacaklarından korkuyorlardı. Bilgisayan alacalı gözlü genç Borges’nin ilham aldığı fotoğrafı yaşlının cüzdanından çıkartıp yeniden ve dikkatlice baktı, yılanlar yoktu...

“Güzel Hava”... boğuştuğu kentin adı buydu... Bu boğucu ve yapış yapış havanın nesi güzel diye eseflenmek istedi, terini silmekle yetindi. Yaşlının heryerde sağır yılanlar gördüğünü kabullenmişti artık, esnedi sonra devam ederim diyerek bilgisayarın kapatma düğmesine bastı.

Z. Heyzen, Buenos aires, 2005

Niteliksiz Adam

Bu uzun yol trenine bineli 20 saat olmuştu. Elimde R. Musil’in “Niteliksiz Adam” kitabının olmasını istiyordum bu yolculuğa çıkarken. Ama çevrilmediğinden (belki benim haberim yok) ve ben de Almanca bilmedigimden kitap üzerine yazılan eleştirileri yanıma almakla yetindim.

Musil neden çekiyordu beni bilmiyorum. Hakkında herkesin bildiğinden çok sey bilmiyordum o zamanlar. Ama yazının ortalarına gelince sizin de anlayacağınız gibi önce adıyla yakalamıştı beni kitap; “Niteliksiz Adam”. Kendime uygun, çok uygun buldum bunu. Yenilendigini sanan bir ruhun savruk ikizi olmaktan ötede bir “nitelik”’ten söz ediyorum elbette.

Bir zamanlar birlikte olduğum birisi bana “nitelikli” olduğumu ama bunun kimliksiz olmamla gölgelendiğini söylemişti. Elbette ona çok kimlikli olmanın ve bunun hızla dönüşmesine bağlı bembeyaz bir sentezin ortaya çıkmasının, gerçek anlamı ile kimliği oluşturduğu ve asl’olanın insanoğlundaki kişilik sorunu olduğu yolunda uzun bir nutuk çekmiştim. İnsanların, ulus, din, ırk, tabiyet gibi kendisi tarafindan belirlenmemiş aidiyetler aramasının ve üstelik bir de bunlarla övünmesinin yüz kızartıcı bir suç olduğunu düşünüyorum. Bir Eskimo’nun bununla övünmesi yerine Fildişi Sahili’ndeki çocuğun sorunlarını çözmeyi amaçlayan bir kişilik edinmesi, insana daha uygun ve yakışır olan değil midir? “Ne Mutlu Eskimo’yum Diyene”. Kendime güldüm, karşımdaki de güldü. Hem de yüksek sesle, arsız bir hor görüyle.

“Neden güldünüz” diye sormak zorunda kaldım karşımdaki koltukta oturan çilli suratlı, dar bedenli genç kıza. Arsızca yüzüme bakıp “bu ülkede böyle seyler yüksek sesle düşünülmez, hele bu bölgede” dedi. Ve ekledi: “Siz , ‘Niteliksiz Adam’ kimliğini daha sessiz kuşanmaya çalışın...”

Birden içimden bir öfke yükseldi ve tepeden olacağına inandığım bir edayla “böyle düşündüğüm için bana yapılanlardan daha fazlasının yapamayacakları sınırdayım ben” demek geçti içimden ve hemen ardından müthiş utandım kendimden. Belli ki bu uzun yol trenine binmiş bu çilli suratlı dar gövdeli genç hanım Musil’i ve dahası daha bir çok kişiyi benden iyi biliyordu. Müthiş kıskandım.

Bu bir ironiydi. Mann’ın dediğinin aksine; ironik olan nesnel olana karşı olamıyor bu durumda. “Klasik dinginliğin ve nesnelin karıştı olmak romantik bir savrukluğun ögesidir” diye aklımda kalan söyleme sığınıyorum hemen, biraz da utanarak. Bir yolcukta bu kadar sık utanmak pek hayra alamet değil.

Camdan dışarıya çorak ve ıssız köylülere bakıyorum.

‘Köylülük bir ruh halidir’ diye söyleniyorum, hayatın karşısına çıkamamaktır.

Kendimi böylece aklayıp haklılıyorum.

{Aşkın yalın hali} bu olsa gerek.

Çok kalabalık uykulara dalıyorum. Uyandığımda ‘çilli surat dar gövdenin’ gittiğini anlıyorum. Geçici bir uzaklaşma değil tümden bir gidiş belli ki bu. S.K.Aksal’ın deyişiyle ; “Çok gül koklamış ölüler”e dönüşüyorum. Bir aşka daha yazık oldu. Ben de hep yaptığımı yaparım ve sessiz bir soyutlama ile kendime yeni sözcükler armağan ederim. Butafor sözcükler. Yani her daim kullanılabilir ve zor eskir, katı umarsız tahta sözcükler. Böylece dünyayı değil anlamak görmeye bile yaramayan gözleriniz oldu mu bu strafor sözcükler bir kez, kurtarıcısız kalmış yangın taşıyıcısı oluverirsiniz. O anda tüm umarsızlar kurtarıcı rolüne sıvanır aşk için; oysa o son aristokratla ölüp gitmiştir çoktan, keskin bir şövalye hançeri ile.

Z. Heyzen Ateş

Porno IV. Aptallıklar Arası İletişim

I

İnsan çoğaldıkça öfke de çoğalıyor. Çünkü aptallıkları yaşam gustosu yapan aptallar çoğalıyor. Aptallıkların kapsama alanı genişledikçe, aklın alanı daralıyor ve böylece dünya küçüldükçe aptallıklar arası iletişim buna öfke duyan insanlar arası ilişkilerden daha hızlı ivme kazanıyor.

II

(Farkında mısınız ? Farkında olsanız ne olacak..)

III

Aptallıklar ve abuk sabukluklarla içiçe girmiş bu yaşam biçiminde, hiçbir sevgi sözcüğü ya da aşkın ustalığı yüzyıllardır sınanmış kelimeleri ile/ ya da fizik ve mantık kuralları, denge veya adını her ne koyacaksanız o ruh hali, duruş, ola ki var oluş, aptallıkları yenemediğinden, biz de insanı küçültürken öfkenin pornografik bile olsa gücünü büyütüp, kitlesel oylumlara ulaştırıp, içselleştirmeliyiz elbette. En büyük biz.

IV

Aptallıklar üzerinden yapılan mizahın yaşamanın insani bir biçimi olmayıp, ancak bir hastalık olduğunu ve hastalıklara gülünemeyeceğini, kötünün doğru olduğunu kabul etmiş çoğunluk içinde anlatmak olanaksız olunca

eğer öfkelenmiyorsanız siz de aptal çoğunluktan olmaz mısınız

sorusu asrın sorusu olur. Uzmanlıklar çoğaldıkça bilginin alanı daralır ve siz buna bireyselleşmek derseniz aynalara bakamayacak kadar utanç duymak zorunda kalırsınız.

V

(yine kendime alt yazı oluyorum)

Hangi söz hangi sevdiğimizi en çok yaralar , niye hançerlerin en keskini benimki değil, neden milyarlarca karıncayı ayaklarımın altına alarak ezmek konusunda gerilerde kalıyorum, neden kendini beğenmişliğimin Himalaya’sı diğerlerinkinden daha alçak ?

Sözünü ettiğim öfke bütün bu ve benzeri soruların yanıtlarını bilmeyişten kaynaklanan öfke değil. Daha da kötüsü anatomisi böyle anlatılarak ders haline getirilen sahte öfkeleri zorunlu olarak öğreten “piyasanın” karşısına çıkıp öfkeyi yerli yerince kullanmayı öğreten, öfkenin seçmece bir insani unsur olarak kalmasını savlayanların direnişi.

VI

Ama her türlü “piyasa” nın genel kuralıdır, ucuz ve sahte olan iyi olanı piyasadan kovar. İşte gerçek öfkeyi büyütebilenlerin hepsini kırk katıra bağlayıp kırk parçaya ayırmak ve kırk ayrı Pandora kutusu yapılandırarak kırk dostumuza yaldızlı hediye paketleri içinde vermek (kesin biri sevgili Ilgın olsun)

ve açarlarsa lanetlenecekleri korkusu ile donatarak sinmelerini sağlamak / onların da buna gönüllü olarak katlanmaları, böylece hançerlemeleri kendi kendilerini sırtlarından –bunu da biz yapacak değiliz ya-

aptallara ve aptallıklara dünyada daha fazla yer açmak için –başka niye olacak.

VII

Akla dayalı öfkenin boşalttığı yere aptallıklar önce sızarak sonra çağlayarak gelir. Doğa hiçbir boşluğa müsaade etmez.

Z . Heyzen