12 Ocak 2008 Cumartesi

Sert öyküler sıradağlarından.... I

bir öykünün dipnotları

“tek bir fotoğraf” diyordu Borges. Kafasındaki tüm ikircimleri alıp götürmüş ve romanının son paragrafına varabilmesini sağlamış olan o tek fotoğrafı anlatırken. Bilirsin, hani o basamaklarında atların, eşeklerin, tavukların eşelendiği, eskiden görkemli olduğu anlaşılan saray eskisinin (belki gerçekten öyledir) önündeki basamaklardan alınıp akkağıt üzerine düşülmüş bir enstantanenin vurgun yemiş halidir o fotoğraf. Ancak bundan sonradır ki bir yerli edebiyatçının penceresinden bahçesinde gördüğü tavukların ona “ilham” vermesini ve bunun anlatışının bir edebiyat türü olarak minimal sevdalanmalarla yüceltilmesini anlayabilmiştim.

- “Kediler şeker tadını ayrıt edemez” bilir misin? dedi, edebiyatçının fotoğrafla ilişkisi üzerinde yaptığı temrini özetlediğini düşünerek, biraz ötesinde uzun bacaklarını toparlayıp garip bir şekil verdiği dizlerinin üstündeki bilgisayarın çakar yalazasında ışıldayan karakaşlı kara gözlü kıza.

- “Sineklerin de beş tane gözü vardır ama hepsi de pisliklere bakar...” yaşlarının arasında değil tümüyle uzlaşmaz karakterlerinin aralarındaki inatlaşmanın deli tarafıydı bu başkasına anlamsız gelecek diyaloglar.

Yaşlı olan kıvrılıp uzandı yeniden kendi içine doğru. Ne bu kentte ne işi olduğunu biliyordu ne de bu kentte ne işi olmadığını sıraya koyarak kendini bir çırpıda harcayabiliyordu. “Tam bir yürek deliliği” işte diye düşünüyordu durmadan.... Ve barfiksin ortasında sallanıp kalan jimnastikçiden bozma cambazın ellerini açıp, çırpınıp bütün maskelerini takındığı o en vahim andaki kararlı- belirsizlik durumuna benzetti kendini (ya da içinden bir kanıksanmış, tembel bir lahavle çekerek) ve beş gözü olduğu halde sadece hep çöplükleri gördüğü suçlamasını neden hak ettiğini eğer doğruysa neden böyle bir yapısı olduğunu düşündü.

- “Bak burada bile belirleyici olan ‘eğer’ sözcüğü oluyor”

- “olmaz”...çığlık çığlığa bağırdı yapmacık bir sesle ve dehşete kapıldı Oysa bağırtı kentin orta yerindeki dikilitaşa çarpıp geri dönmüş, kaldıkları otel odasının camlarından içeri giremeyip yansımış ve sonsuzluğa asılmıştı diğer tüm çığlıkları gibi. Genç ses yaşlı ses karıştı birbirine ve asılıp kaldı kentin sıcak terletici gökyüzüne. “Nasıl, neden?” diye yazıklanırken kaçış planlarının gene tutmadığına ve prangalandığını anladı.

- -“Çingene falcı kaderimi bağlamış benim” diye mırıldandı alaylcı alaycı yaşlının yüzüne bakarak.

Yaşlı, sigaranın sararttığı bıyığını çekiştirip; “Hiç olabilmek çok zaman alan bir iştir. En zor işlerin başında gelir. “Hiç” liği arayan tanrıseverler bu iş adına tarikatlar kurup binlerce kişiye hükmetmişlerdir. Ama “ben bir Hiçim” demekle “Hiç” olunmaz. Herkes seferberlik ilan ederek kişinin bir hiç olmadığını kanıtlayan akılcı ya da akıldışı, ruhani veya cismani kanıtlar sıralayıp durur. Yaşlı, onlara seslenmenin boşuna olduğunu anlamıştı artık. Onlar aşkı cennetten kovduran yılanlardı ve işitme yetenekleri olmadığından kendisini duymazlardı. ‘Hiç’ olduğunu kabul ederlerse kendileri de ‘Hiç’ olacaklarından korkuyorlardı. Bilgisayan alacalı gözlü genç Borges’nin ilham aldığı fotoğrafı yaşlının cüzdanından çıkartıp yeniden ve dikkatlice baktı, yılanlar yoktu...

“Güzel Hava”... boğuştuğu kentin adı buydu... Bu boğucu ve yapış yapış havanın nesi güzel diye eseflenmek istedi, terini silmekle yetindi. Yaşlının heryerde sağır yılanlar gördüğünü kabullenmişti artık, esnedi sonra devam ederim diyerek bilgisayarın kapatma düğmesine bastı.

Z. Heyzen, Buenos aires, 2005

Hiç yorum yok: