12 Ocak 2008 Cumartesi

Niteliksiz Adam

Bu uzun yol trenine bineli 20 saat olmuştu. Elimde R. Musil’in “Niteliksiz Adam” kitabının olmasını istiyordum bu yolculuğa çıkarken. Ama çevrilmediğinden (belki benim haberim yok) ve ben de Almanca bilmedigimden kitap üzerine yazılan eleştirileri yanıma almakla yetindim.

Musil neden çekiyordu beni bilmiyorum. Hakkında herkesin bildiğinden çok sey bilmiyordum o zamanlar. Ama yazının ortalarına gelince sizin de anlayacağınız gibi önce adıyla yakalamıştı beni kitap; “Niteliksiz Adam”. Kendime uygun, çok uygun buldum bunu. Yenilendigini sanan bir ruhun savruk ikizi olmaktan ötede bir “nitelik”’ten söz ediyorum elbette.

Bir zamanlar birlikte olduğum birisi bana “nitelikli” olduğumu ama bunun kimliksiz olmamla gölgelendiğini söylemişti. Elbette ona çok kimlikli olmanın ve bunun hızla dönüşmesine bağlı bembeyaz bir sentezin ortaya çıkmasının, gerçek anlamı ile kimliği oluşturduğu ve asl’olanın insanoğlundaki kişilik sorunu olduğu yolunda uzun bir nutuk çekmiştim. İnsanların, ulus, din, ırk, tabiyet gibi kendisi tarafindan belirlenmemiş aidiyetler aramasının ve üstelik bir de bunlarla övünmesinin yüz kızartıcı bir suç olduğunu düşünüyorum. Bir Eskimo’nun bununla övünmesi yerine Fildişi Sahili’ndeki çocuğun sorunlarını çözmeyi amaçlayan bir kişilik edinmesi, insana daha uygun ve yakışır olan değil midir? “Ne Mutlu Eskimo’yum Diyene”. Kendime güldüm, karşımdaki de güldü. Hem de yüksek sesle, arsız bir hor görüyle.

“Neden güldünüz” diye sormak zorunda kaldım karşımdaki koltukta oturan çilli suratlı, dar bedenli genç kıza. Arsızca yüzüme bakıp “bu ülkede böyle seyler yüksek sesle düşünülmez, hele bu bölgede” dedi. Ve ekledi: “Siz , ‘Niteliksiz Adam’ kimliğini daha sessiz kuşanmaya çalışın...”

Birden içimden bir öfke yükseldi ve tepeden olacağına inandığım bir edayla “böyle düşündüğüm için bana yapılanlardan daha fazlasının yapamayacakları sınırdayım ben” demek geçti içimden ve hemen ardından müthiş utandım kendimden. Belli ki bu uzun yol trenine binmiş bu çilli suratlı dar gövdeli genç hanım Musil’i ve dahası daha bir çok kişiyi benden iyi biliyordu. Müthiş kıskandım.

Bu bir ironiydi. Mann’ın dediğinin aksine; ironik olan nesnel olana karşı olamıyor bu durumda. “Klasik dinginliğin ve nesnelin karıştı olmak romantik bir savrukluğun ögesidir” diye aklımda kalan söyleme sığınıyorum hemen, biraz da utanarak. Bir yolcukta bu kadar sık utanmak pek hayra alamet değil.

Camdan dışarıya çorak ve ıssız köylülere bakıyorum.

‘Köylülük bir ruh halidir’ diye söyleniyorum, hayatın karşısına çıkamamaktır.

Kendimi böylece aklayıp haklılıyorum.

{Aşkın yalın hali} bu olsa gerek.

Çok kalabalık uykulara dalıyorum. Uyandığımda ‘çilli surat dar gövdenin’ gittiğini anlıyorum. Geçici bir uzaklaşma değil tümden bir gidiş belli ki bu. S.K.Aksal’ın deyişiyle ; “Çok gül koklamış ölüler”e dönüşüyorum. Bir aşka daha yazık oldu. Ben de hep yaptığımı yaparım ve sessiz bir soyutlama ile kendime yeni sözcükler armağan ederim. Butafor sözcükler. Yani her daim kullanılabilir ve zor eskir, katı umarsız tahta sözcükler. Böylece dünyayı değil anlamak görmeye bile yaramayan gözleriniz oldu mu bu strafor sözcükler bir kez, kurtarıcısız kalmış yangın taşıyıcısı oluverirsiniz. O anda tüm umarsızlar kurtarıcı rolüne sıvanır aşk için; oysa o son aristokratla ölüp gitmiştir çoktan, keskin bir şövalye hançeri ile.

Z. Heyzen Ateş

Hiç yorum yok: