Altı kalın çizgilerle iyice belirlenmiş bir uçurumun yanısıra koşarken aynı anda sonsuz genişlikte görünen koca İguazu ırmağının ortasında kendini eski bir yerli kanosunun içine hapsetmiş, elindeki küreği yorgun, çok yorgun bir tempoyla suya sokup çıkarır gibi yapan yaşlı adama laf anlatması çok zordu.
İnanmadığı şeylere inanması için bu dünyada verilmiş bir cezaydı sanki bu koşu. Sesinin tüm gücüyle bir kez daha haykıracak sonra bırakacaktı, yaşlı inatçı adam bu gidişine son vermezse. Öf ki öff.., dedi soluk soluğa ayağını kendi balçıklaşmış yaşamına benzer topraktan kurtarmaya çalışırken. “Sadece zaman düşmüştü bu anlık yokolmanın üstüne, o da senin suçun değil. Alnına çizilmiş karanlık çizgiler inan ki ölümün değil sadece anlık yaşanan terk edilişlerin izleri ve istersen inanma ama evrimlerin kökü ve çözümlenmesi ve tutarsızlıkları hala daha anlaşılabilmiş değiller…siz de sadece beceremeyenler ulaması içine azgın gövdeleri attınız ve eridiniz. Senin suçun değil tüm bunlar.” Kanodaki adamın gülümsediğini görür gibi oldu usulca. Yaşlı gözlerinin içine gömüldüğü çukurlara ölümün gölgesi düşmüştü çoktan, akan ırmağın bulanık suları bütün batık dostluklarını sürükleyip o gözlerin oyuklarından geçiriyordu.
Adamın kanodan el sallayarak dikkatini çekmeye çalıştığını fark etti; bir yandan da bağırıyordu; “Senin bu sürekli uykusuzluk halin ölümden korkmak mı ?” diyordu.…Bu da neydi şimdi? Sonra birden anladı yaşlı adamın yapmak istediğini, “yoo hayır,” dedi “böyle gelişmemiş varsayımları, gelişmemiş idealleştirmelerimizin yerine koyarak bizim çelişkiler içindeki zigzaglı değişmelerimize büyüklük (sen buna istersen adil bilgelik de) taslayamayacaksın… Bu kez sadece sen varsın rüzgar gülünün gösterdiği her yörüngede.”
“Kimse seni çağırmayacak hele ben hiç…sen kendin sorup kendin yanıtlama oyununda ustasın çünkü yanıtını bizim bilmediğimiz kederli karanlık bir evrene çekiyorsun. Bütün fenerlerden uzaklaştırıp diri dalgalar içinde çaresiz kalmamızı istiyorsun sanki, çünkü yolun ve umudun sende olmadığını biliyorsun. Kulağımıza dayadığımız deniz canlısının kabuğundan gelenin deniz sesi olduğunu anlamamızı istiyorsun çünkü biz senin sesini denizin kendisi sanıyoruz. Ama bugünlerde çok moda ya ben de senin sırrını, yoksa şifreni mi deseydim daha fiyakalı olsun diye işte ne haltsa; çözmek zorunda hissediyorum zannetme; artık kabullenmek gerek, bu gidiş rotasını karanlık ruhlu ölü bir korsanın göz rengine çevirmiş çoktan.”
“Arkaik bir suçlama biçimi bu,” diye bağırdı koca nehrin görünmez bir boyutundan. “Ve unutma ki bunun ustaları biziz, biz yeni şeyler söylemeden başkalarının yaptıkları üzerinden kendimizi özgür kılmanın olanaklı olduğunu düşünebilen insanlardık. Ama zaten dünyanın beşte dördünün hiçbir şekilde insanlığı ilgilendiren hiçbir karara katılamadığını, gidişata müdahil olamadığını da unutma, bu döngünün sınırlarının dünyanın küçük azınlığı tarafından çizildiğini bil. ‘Değiştirme istemi ve çabası olmadan özgürlük üzerine yazmak çizmek zorbalığa yardım etmektir’ derken Sartre’ın ne denli haklı olduğunu kendini seyrederek görebilirisin.”
‘Oh olsun bana’ diye düşündü. Arı kovanına çomak sokabilen tek kişi olmanın böyle kötü yanları da vardı elbet. Çünkü yanıtlar gökyüzünden artık sessiz soluksuz gelmezdi, çünkü sıkı dalgaların orta yerinde dingin bir akıntı olarak kalmak ancak edebiyat kitaplarında olur. Ayaklarını kıyılardaki çakıl taşlarına vurursun ve insanı kafa üstü düşürüp kanlı çöküşlerin içine sürükleyen darbelere hedef olmak işten bile olmaz. Hiçbir sessizlik işe yaramaz; işkencenin bir saz ipi gibi gerdiği telden aldığı ritim nerede olsan kendini duyurur ve sevişmelerin bağrından uykulara gömülen çığlıkların keskinliğinden bi haber kalınamaz.
Dağların doruğundaki morlukla iç içe geçen kar beyazının çelişkili gerginliği kin tanrıçalarını koca kayalarla yapılan mabetlerden uzak tutamıyor. Ama bu sözler bir şekilde gerçekliğinden koparıp ‘tecrit’ edebiliyor, yanılsamaların içine düşürebiliyor insanı. Uykunun çıplak karanlığı korkutucu geceyle gerdeğe girmiş insan gövdesinin terli ışıltılı sıkıntılı yangınını artırıp her şeyi ölümlü hale getiren kara gezegenlerin yörüngelerine fırlatır ve bir ıslık uzakta kocaman bir çoban yıldızı yapar ruhunu.
İnce ince akan kanı bir sırtlan kuyruğu gibi sarılıp kucağına bırakılır, hayaletler kendisini hırçın dantellerden örülü denizinden büyük bir hınçla körfezlere, koylara çıplak öpücükler gibi cezalandırmak için bırakılıverirler...
Z. Heyzen Ateş
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder