Sonsuzluğun bir yakasından çıkıp geldi ve yıllardır kendimi herkeslerden sakladığım siperlerimden birisinde buldu beni. Tam ölçeğinde soğuttuğum kindarlığımla kendisine dik dik bakmama karşın kılını bile kıpırdatmadan öylece oturdu ve beni süzmeye başladı. Hani insanın içine işleyen bakışlar derler ya; işte öylesine bir şarkı tutturmuş bakışlardı bunlar. Siperlerimin içindeki kimi çoktan ölmüş kimi can çekişmekte olan kimi korkuya karşı ya da umuda karşı bir savaşı kaybetmişlerin yorgunluğu ile sırtlarını tek günahkar olarak gördükleri bana dönmüş cesetler ya da cesetimsiler tırnaklarımın altına sinmiş kan pıhtıları gibi umarsızca kıpırdanmaya çalıştılar bu bakışlar karşısında. Ölümün bu kadar yakından ama beni görmeden geçmiş olmasına biraz da gıpta ile bakıyorlar gibi geliyordu bana. Efsunlanmış gri yüzleri ile “işte şu anda bir dost daha öldü ve ölüm gene seni görmeden geçti yanıbaşımızdan” der gibi süngülerini boğazıma doğrultmuşlardı. “Savaşımızı ucuzlatmayın” diyebildim alçak bir sesle, sanki utanması gereken benmişim gibi.Her harf yüreğimize yerleştirilmiş bir dinamit parçasıydı. Hepsi belli bir sırayla patlatılsın ve yüreklerimiz bu eşsiz geometrik düzene uygun olarak devasa binalar gibi ama tek farkla sessiz sedasız, tozsuz dumansız çöküp gitsin istiyordum avuçlarımızdan. Bir tek bunu istiyordum. Sessiz ölüm, gürültüsüz, reklamsız organize edilmemiş hesapsız ve uygunsuz bir yok oluş. Kısa, aslı astarı olmayın bir öykü gibi, hatta olmamış bir öykü gibi, savruk ve denetimsiz bir öykü gibi. Kurtulmayı falan düşlemeden, kırtasiyeciliğe gerek bırakmayan, Kafka öykülerine dönüşmeyen aydınlık bir gondol sefası kadar geçici ve uçucu ve fotograflarda sararmayan bir öykü. Odamın duvarlarına tırmanan karabasanlar gibi, iktidarsız bir şehzade çükü gibi, gerçekçi bir tabloda aykırı düşmek için özel bir gayret göstermeyen renk gibi,
“--- Her yerde sizler gibiler yaşamıştır elbette lirik gerillalar. O nedenle bırakın ağlaşmayı ve birbirinizin yakasını.”
dedi kırıksız bir sesle. Oysa Anais Nin öyküsünden düşmüş bir kadın-adam şeffaflığı vardı ve tüm yuvarlak hatları Galilei’ nin Pandül desenindeki çarklar kadar birbirine uyum içindeydi. Bizim savaşımızla bir hiçlik ilgisi olabilecek birisine benzemiyordu. Belli ki katledilmemizi hiç yürek burkucu bulmamış değildi ama daha çok hak edilmiş bir kıyım gibi görüyordu olanı biteni. Belki de bu gerçekliği kabullenmemiz gereğini kabul edemeyen yoldaşlar kadar çatmıyordu yakamozlu kaşlarını ama hayatın doğal dengesinin büyük zorlamalarla zedelenmesine de karşı olmadığı açıktı.
“— Senin de ikilemin bu demek ki ?”
Hayretle hatta biraz dehşetle yüzüme bakakaldı. Kendisinin çözümünü bunca basite indirgemiş olmama şaşarak;
“—Senin yaşına gelince her şey bu kadar basitleşiyor mu ?”
diyebildi yoksul bir sesle.
“—Öğüt vermek benim işim, kıssadan hisse alıp payidar olmak senin işin. Ardımdan çocukların ağlayarak sorduğu soruyu sordurma isteğimin zodyakta bir yerlerde yitip gittiğini anladığımı bilmeni isterdim, hani bilirsin; tüm dünyanın çocukları Dickens ölünce ‘ o öldüğüne göre Noel Baba da ölecek mi ?’ diye sormuşlar” der A.Maurois....işte öylesine bir şey.”
“—Kimseler kimselere ağlamıyor mu artık yani ?”
“—Labirentini kendi çizen adamların dramıdır bu. Kendilerini hapsederler gürültülü müzikleri ile son tuğlayı koyduklarını bile fark edemeden. Yalnızlıklarının tekerrüründen ibaretken tutkuları, boşboğaz bir ritüelin ortasında saf tutmayı çoğalmak sanırlar.”
Siperlerime gömüldüğüm yerden alabildiğim tek pay; kurtarıcısız bırakırken birilerini, kurtarıcılardan da kurtulmak üzerine istiflenmiş gerekçelerimden ibaretti. O gerekçelerin dilini sadece benim bilmem gökyüzünün hüzünlü olup olmamasına bağlı değildi elbette ve isterse ırmaklar akmayabilir, nükleer santrallar patlayabilir, et obur bir büyücü tüm gizini çözerek gözyaşı döken bir adamın mesihliğini ilan edebilirdi. Artık bütün mevsimlerin buzul çağına açılıyor olması, buz tutmuş papatyaların savruk güzelliği, elektrik verilen bir gövdenin yukarı doğru parçalanarak fırlayıp daha da acı veren bir düşüşle yeniden birleşmesi, bu dağılmış parçaların ancak bir siperin ıssızlığında mümkünse neden benim bir dönenceyi geçmeme izin verilmiyor bilinmez. Ama belli ki siperimin kapıları tümüyle kapatılmamıştı kainatın son gökyüzüne. Menevişli çelik geceleri tüketememiş bir yaratandan hayır mı gelir ? Cesetler, cesetimsiler ve ben. Şimdi bir de bu yakışıklı /güzel suratlı, erkek-kadın geçirgenliğinde masalsı bir yaratık düşmüştü orta yere.
İnledim.
Tüm cesetimsilerin başı kumar masasında rulet topundan gözünü biraz ayırıp kendilerine yaptıklarımın cezası olduğunu söyledi.
Promete işte böyle intihar etti.
Z.Heyzen Varşova, 2004
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder