12 Ocak 2008 Cumartesi

MUTLAK KARANLIK

“Hayat denilen şu labirentin...”

Sözünü bitirmesine fırsat tanımadan sertçe susturdu genç kadını. “bırak şu fotoroman diyalogları başlatmayı.”

Cümlesinin noktasının boşlukta kalacağından korkarak ve bu sonsuzluğu noktalamak ister gibi kırarcasına vurdu elindeki rakı kadehini masaya.

“Rakıları da bozdular” dedi suratını ekşiterek. “Bütün rakıları rakı likörüne çevirdiler, balpeteğine dökülmüş anason suyu gibi saçma sapan bir tad verdiler..işte sizin pek sevdiğiniz özelleştirmenin en trajik sonucu.”

Sonra gülmeyle sırıtma arası bakışla : “Aynı sana benzedi bu rakılar, çekilmez, içilmez ama vazgeçilmez.”

Birden biraz önce kınayarak aşağılayarak tanımladığı fotoroman diyaloglarının içine balıklama girdiği fark etti. Hoş bu karşında büzülüp oturmuş güvercin fotoroman diyalogları ne demek onu da bilmez ya...bunlar kendilerini labirente ip döşeyerek kendilerini seven herkese ihanet etmek pahasına yarı öküz sevgilisini kurtaran o ucubeye benzetiyor, üstelik bunu da bir marifet sanıyorlardı. Onlar için yeryüzünün keşfedilmemiş noktası yoktu, yeryüzünün hiçbir noktasında mutlak karanlığa el değdirilemezdi.

Bunlar anlaşılabilir şeylerdi.

Esas olarak anlamadığı kendisine sarıldığı zaman mutlak karanlığa sarılmış olduğunu neden fark etmediğiydi. Sınırları kesikli olmayan tümüyle düz bir geçilmez çizgisi ile belirlenmiş mutlakkaranlığının onu tedirgin etmeyişini; sevdiklerine ihanet ederek yarıöküz sevgilisini labirentten çıkartan ...yarım bıraktı düşüncesini ve kahkahalar salıvererek büyücülüğün sevimsiz bir iletişim yolu olduğunu düşündü. Gövdesini büyücüye sunarak ruhunu kurtaracağını sanan kirli sokak rengi kediler bunlar diye de bir not düştü düşüncelerinin dibine. Titizlikle boncuk boncuk terledi, “kurallar elbette bizim için” diye homurdandı masanın üstündeki piyaz lekesine rakı bardağının üstünden, hırçınlaştı birden, tüm ter taneleri aynı özgül ağırlığa sahip olmalı ve bütün mutlak karanlıklar da standart boyutlarında… Kimsenin içine giremeyeceği kadar standart ve özel olması gereken dengesini bozuluşuna kızıyordu belki de içten içe.

Hayatım için yapabileceğim son bir değişiklik kaldı diye mırıldanarak sözcükleri atıverdi ortayere; tek değişiklik kaldı ve ben onu beceremiyorum, oysa bu son ve çok da mükemmel olması gerekmiyor. Ölmek ne kadar zor olabilir ki zaten. Ama beceremiyorum işte ölmeyi, istemediğimden değil üstelik çok içten istemekle birlikte bunu becermenin zorluğu ile başa çıkamıyorum. İşte tam bu anda kimselerin hatta senin bile sarsamadığın tüm dengelerimi (çoğul kipi bilinçlidir) bozuyor; hani o herkesin sarsılmaz gördüğü dengelerimi, kokteyl garsonların neslinden bir kız. Bir rakı şişesinin daracık boğazında bile alabildiğine dengeli kalmayı becerebilen yetilerim yüzyıllık segoyalar gibi; içi çürümüş ama görkemli bir görünüşle kök salmışlar içime ve naturamın geri kalan her zerresi bu ağırlık altında ezilmemeye direniyor ya da bir insan eliyle kendini yitirmekten korkar gibi sanki. Yazının kendi iç devinimine

Kant vari bir çalım atarak limitlerin inancın başlangıcı olduğunu ve her türlü yargının ya da kuramsal aklın böylece boş düşeceğini söyleyerek mezarlığın ağır demir kapısını ittirdi, eşikte öylesine durdu.....Kendisini askeri müzedeki pala bıyık takılmış plastik mankenler kadar çaresiz ve komik buldu. Özür dilerim dedi...özür dilerim.....

Z. Heyzen Ateş

Hiç yorum yok: