11 Ocak 2008 Cuma

[AŞAĞIDA YAZANLARIN TAMAMI GERÇEKTİR haliyle hiçbir edebi nitelik taşımamaktadır

Bu yazı Cape Town’da bir golf sahasının ortasında oturmuş yedi handikap olduğunu iddia eden birinin aptal topunu bulmasını beklerken, tamamen can sıkıntısından alınmış notlardan oluşmaktadır. Neden laptopla bir golf sahasında olduğumun gerçekten mantıklı bir açıklaması var – benim ölçülerime göre değil genel ölçülere göre- ama bu açıklama çok sıkıcı ve uzun olacağından buraya yazılmayacak. ]

Gentlemen Only Ladies Forbidden

Güney Afrika’nın ikinci en popüler sporunun golf olması neden şaşırtıcı değil acaba.. (merak edenlere : birincisi kriket üçüncüsü harling(?) –Kanadalıların bir saat boyunca bir topu önünü temizleyerek kaydırmaya çalıştıkları ve adını ısrarla bilmediğim spordan sonra gördüğüm en gereksiz ikinci spor-) Anafikir: Arkadaşın olsa da yedi handikapım diyen her erkeğe inanmayacaksın.

Will And Grace

Genel beyaz nüfusuna bir “Sex and the city” edası hakim. Andrejz ve ben de Will and Grace’i oynuyoruz, heteroseksüel bir kadınla gay bir erkek bir arada seyahat ettiklerinde buna “Will and Grace” sendromu deniyor. Buralarda sık rastlanan bir sendrom. Paris’in aksine buralardaki gay barlarda yarı çıplak erkekler breakdance gösterileri yapıyorlar. Ben ki her hangi bir şeyin Village People’dan daha komik olamayacağını düşünürdüm.

Fornication Under the Consent of the King

Kesinlikle aids’in bu kadar yaygın olduğu bir ülkede bu ‘eylem’ izne tabi kılınmalı. İki hafta önce doktorlarla ve aidsli doğmuş çocuklarla bir dergi adına röportaj yaptım. Kadın aidsli, bunu biliyor, ilk çocuğu aidsli doğuyor, bir yıl sonra ikincisini doğuruyor. Doktor inanamaz bir halde “neden” diye sorduğunda da “ hamile olmak bana canlı olduğumu hissettiriyor”, diye yanıt veriyor. “Bunu diyen beyaz, eğitimli kadın, ‘township’in zencisi’ değil.” (son cümleyi aynen eden de beyaz, ırkçılık karşıtı doktor)

Putt Putt

Mini Golfe verilebilecek daha aptal bir isim düşünebileniniz var mı?

TownShip

4 milyon insan için 2 yılda yapılmış konut tarlaları. Kafa başı 20metrekare. Sadece erkeklerin kafaları sayılmış. Otoban ve çöplükle çevrelenmiş. Yine de bizim deprem konutlarından daha yaşanılır haldeler. (Bilmiyorum sizin görme şansınız oldu mu –gerekli midir, tercihe bağlı) Az gelişmişliğin bile az bulunduğu bir yerde (kumahaneler ve Yahudi mahalleleri hariç) takdir ediyor aslında insan.

Botsvana

Her an bir şey görmeyi bekliyorsunuz, bekliyorsunuz, bekliyorsunuz ve hiçbir şey yok. Çalı ölüleri dışında. Son Bushman da sıkılıp gitmiş –burada nasıl olup da daha önce sıkılmadığına şaşmak gerek- artık kendisine Hottentot diyor ve şu sıralar çoğunlukla Johannesburg ve Cape Town’da ot satıyor. Rezerv bölgeleri pek hoş, yeşil tonlarını sevenler için. Ben çölde bile bir şeyler olması gerektiği gibi gereksiz bir histen kurtulamıyorum. Rezerve kadar millerce yol gidiyorsunuz –burada kilometre gidilmiyor- üstelik soldan gidiyorsunuz yine de hiçbir şey yok. Bir süre sonra sıkılıp Plath’ın Ariel’ini okumaya başlıyorum – ki bu da çölde sıkılırken yapılabilecek en aptalca eylem olarak tarihe geçmeli-. Kadın aklı işte. İnce, çantaya sığdırması kolay olur kriteriyle kitap seçersen bu olur.

Botsvana yazısını geçtiğimiz salıya yetiştirmem gerekiyordu, hiçbir şey olmayan bir yer hakkında ne yazabilir ki insan.. Bu dergilerin kötü tarafı gittiğin yeri beğenmek zorunda olmak. Niye, hala akıl sır erdirebilmiş değilim. Medeniyet delisi olduğumdan değil –ve lakin gerçekten hiçbir şey yok.

Bir sonraki yazı bir aksilik olmazsa – olmazsa çok şaşarım- Mabutu’dan olacak. Açıkçası Mabutu’da internet cafe var mı bilmiyorum.

Z. Heyzen

Hiç yorum yok: